Sinif Mucadelesi

Suudi Arabistan: Emperyalizmin bir orta direğinin hevesleri

Pazar 18 Mart 2018

Suudi Arabistan Yemen’de iki buçuk yıldır savaş yürütüyor ve bu savaş şu ana kadar on binden fazla kişinin canına mal oldu. Bombardımanlar hiçbir ayrım yapmadan hastaneleri, okulları askeri hedefleri yerle bir ediyor. Örneğin 1 Ocak 2018’de Yemen’in batısında bulunan El-Hudeyde kentindeki bir petrol istasyonunun bombalanması en az 20 kişinin ölümüne yol açtı. Kızıl Haç’a göre savaş nedeniyle Mart 2017’den bu yana, bir milyon kişi koleraya yakalandı. Suudi rejiminin Yemen’e uyguladığı ambargo yüzünden toplam 30 milyonluk nüfusun %70’i açlık tehdidi altında.

25 Mart 2015’teki önemli bir askeri operasyon olan Fırtına Harekâtı, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin onayıyla yapıldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayının ardından İngiltere, Fransa ve ABD askeri donatım yardımı ve istihbarat desteğiyle yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Yemenli kitlelerin içler acısı durumuna gözlerini kapıyorlar. O tarihten bu yana Suudi Arabistan, sonu gelmeyen bu savaşın bataklığına batmaya devam ediyor. Suudilerin ABD büyükelçisi Adel El Zübeyr 2015’te, askeri harekatın doğru olduğuna vurgu yapmak için “Bunu Yemen’i korumak için yapıyoruz” açıklamasını yapmıştı. Suudi Arabistan, bu bölgede onlarca yıldır birçok müdahale yaptı ve hiçbiri kitleleri korumak için değildi, tam aksine, kendi çıkarları için ve ABD emperyalizminin sadık bir ortağı olduğundandı. Suudi Arabistan’ın emperyalizm adına soyunduğu jandarma rolü ile kendi rejiminin istikrarsızlığı, bölgedeki ihtiraslarıyla bir araya gelince müthiş bir patlayıcı madde oluşturuyor.

Suudi rejiminin bölgesel ihtirasları

Suudi Arabistan’daki kabile iktidarı Yakın ve Orta Doğu’ya müdahale ediyor ve bunu emperyalizmin desteği ile yapıyor.

Suudi kabilesi, acımasız savaşçı ve ganimetçilikle 1902’den sonra Nedj ve Riyad valiliği görevini yapıyordu. Ardından Osmanlı’yı zayıflatmak amacıyla İngiliz emperyalizmiyle iş birliğine başladılar. İbn Suud, İngiliz emperyalizminin mali ve stratejik desteği sayesinde, 1912’de kurulan ve Vehhabi Bedevilerden oluşan İhvan milisleriyle beraber kanlı baskınlar düzenleyip Arabistan’ı ele geçirdi. Sonra da rakibi olan Mekke şerifine saldırdı. Oysa İngiltere, Mekke şerifine büyük bir Arap ulusu yaratması için yardım vaadinde bulunmuştu. İbn Suud 1924 ve 1926 yılları arasında, kutsal kentler olan Mekke ile Medine’yi ele geçirdi ve böylece 24 Eylül 1932’de Arabistan krallığı ortaya çıktı.

O dönemler Ortadoğu’daki en büyük güç İngiltere idi ve İngiltere, bu konumunu kullanarak bölgenin temel kaynağı olan petrolü talan ediyordu. İbn Suud, siyah altın diye adlandırılan petrolün keşfini kullanarak gelir elde etme yolunu tuttu. İngiltere ile yaptığı iş birliğinde yeterince çıkar elde edemeyince ABD saflarına geçti. ABD şirketleri 1933’ten itibaren devasa miktarda petrol içeren kuyuları ele geçirdi. Bu durum, şirketlerin hissedarlarına on yıllar boyunca büyük servet kazandırdı ve İbn Suud kraliyet ailesinin de servetini oluşturdu.

14 Şubat 1945’te İbn Suud ile ABD Başkanı Roosevelt arasında, Quincy isimli bir ABD savaş gemisinde yapılan görüşmede alınan karar doğrultusunda, Suudi Krallığı ile ABD arasında köle ile efendisi arasındaki gibi bir tür ilişki başladı. İbn Suud, ABD’ye 60 yıllığına petrol kuyularını verdi -bu sözleşme 2005 yılında uzatıldı- ve karşılığında korunma sözü aldı. İşte o tarihten bu yana Suudi Krallığı, ABD’nin bir orta direği oldu. Ancak diğer yandan şah diktatörlüğünün hüküm sürdüğü İran ile rakiptiler. 1979’da şah rejiminin devrilmesinden sonra Suudi Arabistan, Ortadoğu’da, İsrail hariç, en büyük güç olma hevesine kapıldı.

Ancak 14 Temmuz 2015’te, ABD, İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve Çin dışişleri bakanları ve İranlı meslektaşlarının yaptığı nükleer anlaşması, Suudilerin konumunu sarsıyor. Bu anlaşma yoluyla İran’a uygulanan yaptırımların büyük çoğunluğuna son verildi. Daha da önemlisi, ABD emperyalizmi bu yolla İran’ı yeniden diplomasi alanına kattı. Bunun gerçekleşmesi, Suudi rejimi için hem siyasi hem de ekonomik olarak bölgedeki gücünü İran ile paylaşma tehlikesi anlamına geliyor. Örneğin İran’a karşı uygulanan ekonomik yaptırımlara son vermek, İran’a petrolünü büyük oranlarda Batı’ya ihraç etme olanağını sağlar ve bu da Suudi ekonomisi için ciddi bir tehdit.

Trump, 2016 seçim kampanyası boyunca Riyad rejimine karşı bir sürü suçlama yaptıktan, hatta Riyad’ın “terörizme en büyük desteği veren güç” olduğunu söyledikten sonra, seçilir seçilmez önceki başkanlar gibi emperyalizmin çıkarlarını savunan bir tutum sergiledi. Mayıs 2017’de dış ülkelere yaptığı ilk resmi ziyaret çerçevesinde Riyad’a gitti. Trump, bu vesileyle ABD’nin kayıtsız şartsız Suudi rejimini desteklediğini, İran rejiminin değişmesi gerektiğini açıklayıp 110 milyar dolarlık silah satışı anlaşması imzaladığını duyurdu. Bundan güç alan Kral Selman ve özellikle de Haziran 2017’den bu yana fiili iktidarı ellerinde bulunduran oğlu prens Muhammed Bin Selman, bölgede onların etki alanında bulunan ve İran’a yönelen herkese karşı saldırgan bir siyaset izlemeye başladı. Söz konusu olan, bölgedeki egemenliğin onlara ait olduğunu hatırlatmaktı.

Suudi Arabistan, 5 Haziran 2017’de Katar’ı, İran ile birlikte istikrarsızlaşma operasyonlarına katılmak ve terörizme destek vermekle suçlayarak ilişkilerini kesti. Cihatçı teröristlere doğrudan veya dolaylı olarak sürekli yardım yapan bir rejimin böyle bir suçlamada bulunması gerçekten hayret verici. Wikileaks 2009’da, Riyad’da görevli ABD diplomatlarının yayınladığı bir haberi aktardı: “Dünya’daki Sünni terörist grupların temel mali kaynağı Suudi Arabistan kökenli özel yardımlardan oluşuyor.”

Suudilerin gıcık olduğu esas sorun başka. Katar; Kuveyt, Umman, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile 1981’de Suudi Arabistan’ın oluşturduğu Körfez İş Birliği Teşkilatı üyesi. Suudiler, bu petrol monarşisini kendi çiftlikleri olarak görüyor. Ancak Katar, dünyanın en büyük doğal gaz rezervindeki, yani İran ile Katar karasularındaki İran Körfezindeki doğal gazı, İran ile birlikte çıkarmaya karar verdi. Bu konu, bölgede eskiden beri süregelen bir anlaşmazlık sebebi. Buna ek olarak Suriye’nin yeniden inşasına Katar, Türkiye ile birlikte katılmak istiyor ve daha da önemlisi İran Körfezini Akdeniz’e bağlayacak bir doğal gaz boru hattı sorunu var.

Suudi iktidarı, Körfez’deki petrol monarşileri üzerinde mutlak bir egemenlik kurmakla yetinmeyip Ortadoğu’daki diğer ülkelere de, Lübnan örneğinde olduğu gibi, hükmetmek istiyor. 4 Kasım 2017’de Lübnan Başbakanı Saad Hariri, inanılmaz bir şekilde Riyad’a çağrıldı ve istifa ettiği açıklandı. Muhammed Bin Selman Lübnan iktidarını hizaya çekmeyi amaçlıyordu, çünkü ona göre Lübnan, Hizbullah’ı gerekenden çok fazla destekliyor. Hizbullah hareketi İran’a bağlı ama diğer yandan Hariri hükümeti ile de ittifak halinde.

Yemen: Suudi Arabistan’ın arka bahçesi

Suudi Arabistan’ın 2015’te Yemen’de savaş başlatması, bölgedeki ülkeleri denetimi altında tutabilmek için her şeyi göze aldığını gösteriyor. Yemen Bab’ül Mendep Boğazı’nı kontrol ediyor. Dünya petrolünün dörtte biri ve dünya ticaretinin %10’u buradan geçiyor. Yemen’in Suudi Arabistan ile 1.770 km’lik ortak sınırı var. 26 milyon nüfuslu Yemen, Suudi Krallığı tarafından her zaman bir arka bahçe olarak görüldü.

Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlı İmparatorluğu parçalanmıştı; yeni kurulmuş olan Suudi Arabistan Yemen’in kuzeyini ele geçirmek istedi ama amacına ulaşamadı. Ancak 1934’deki Taif Antlaşmasının imzalanmasıyla Suudi devleti, Yemen’in bir parçası olan Asir, Cizan ve Necran eyaletlerini ele geçirdi. Ancak Yemen’in kuzeyi bir imam tarafından yönetilen bağımsız bir krallık olduğu için Suudilerin elinden kurtuldu.

İşte o zamandan beri Suudiler, sürekli olarak Yemen’in iç işlerine karışıyor. Suudiler Kuzey Yemen’de kralcıları destekledi ama onlar 26 Eylül 1962’de Arap milliyetçisi ve Nasırcı fikirleri savunan bir grup genç subay tarafından iktidardan uzaklaştırıldı. Bu subaylar kitle desteğiyle cumhuriyet kurdu. İktidardan düşürülen İmam Bedr, birkaç yıl süren bir iç savaşta silah gücünü kullanarak iktidara geri dönmeye çalıştı ama başaramadı. Bedr, Suudi Arabistan ve İngiltere’nin silahlı desteğini aldı ve 1967’de Başkent Sana’yı 4 ay boyunca kuşattı, hatta 1967 sonunda başarıyı kıl payı kaçırdı. Yemen Arap Cumhuriyeti, Suudi Arabistan ve Ürdün Kralı Hüseyin’in koalisyonuna karşı, Mısır’daki Nasır rejiminin desteğini alarak başarılı oldu. Yine aynı dönemde Güney Yemen, İngiliz manda yönetimine karşı gelerek 1967’de Demokratik Güney Yemen Halk Cumhuriyetini ilan edip sosyalist olduğunu duyurarak SSCB ile ilişkiler kurdu.

Suudi rejimi her şeye rağmen Yemen’deki bazı aşiretlere mali yardım yaparak onları el altından kullanmaya devam etti ve komşularının işlerine karıştı. Ek olarak 1980’lerde büyüyen Selefi dinci hareket, Suudi dini akımı olarak krallığı destekledi ve komşu ülkelerde ona hizmet etti.

22 Mayıs 1990’da iki Yemen parçası tek bir cumhuriyet olarak, 1978’den beri Kuzey Yemen’de iktidarda olan Ali Abdullah Salih başkanlığında birleşti. Böylece Güney de pazar ekonomisine katılmış oldu.

1990’da Saddam Hüseyin’in, Kuveyt’i işgaline Salih tarafsız kalmayı tercih ettiği için hedef haline geldi. Suudi Arabistan’da çalışan 800 bin Yemenli apar topar geri gönderildi ve bu da Yemen’de hem ekonomik hem de sosyal sorunlara yol açtı. Buna ek olarak da ABD yardımını kesti.

Ardından 3 yıl sonra Yemen yeniden bölündü. Güneydeki yöneticiler eski Demokratik Güney Yemen Halk Cumhuriyeti askeri ileri gelenlerinin desteğiyle ayrı bir iktidar oluşturma girişiminde bulundu. Toprak ve şirketlerin özelleştirilmesi büyük ölçüde Kuzey kökenli zengin ailelere, özellikle de Başkan Salih’in akrabalarına yaradı ve büyük hoşnutsuzluğa yol açtı.

Bu olayda da Suudi Arabistan el altından müdahale etti ve Selefi milisleri desteğe gönderdi. Büyük çatışmalardan sonra ayaklanma 1994’te Kuzey ordu güçleri tarafından bastırıldı ve Salih tek başına iktidar oldu. 2004’te savaş yeniden alevlendi ve Seda yani Suudi Arabistan’a yakın bölgede, Yemen merkezi iktidarı ile şii Husi aşiretleri yeniden çatışmaya başladı. Şavaş 6 yıl sürdü ve Suudi rejimi bir defa daha müdahale edip Salih ordusuna destek verdi. Çünkü bu bölgede bir şii iktidarının oluşması, Suudi Arabistan’daki şii muhalefet için bir üs oluşturacaktı. Şii Husilerin bölgeye egemen olması durumunda Suudi Arabistan rejimi büyük tehlikeye girer; çünkü Suudi krallığının temel geliri olan petrolün büyük bir kısmı krallıktaki şii azınlığın yaşadığı bölgelerde bulunuyor.

Savaşın sürdürülmesi kitleler için büyük felaket

2011’de Arap Baharı nedeniyle, Yemen’de kitlelerin harekete geçmesiyle diktatör Ali Abdullah Salih’in iktidarı sarsıldı. Suudi Arabistan, yangını söndürmek için yeni bir iktidarı başa getirme çabasında ABD’ye destek verdi. ABD ve Suudiler birlikte hareket ederek iktidara, rejimin ikinci numarası olan Abu Rabbo Mansur’u getirdi. Başkan Salih, 23 Kasım 2011’de iktidarı devretmeyi öngören anlaşmaya imza attı. 21 Şubat 2012’de ise Hadi başkan seçildi. Ancak yeni iktidar, Husi milislerin müdahalesi sonucu yeniden sarsıldı.

Husiler Kuzeye hakim oldu ve Başkent Sana’ya kadar geldi, birkaç yıl önce onlara karşı savaşan Salih’in ordusunun bir bölümü ile anlaştı. Sonuçta Hadi Suudi Arabistan’a kaçmak zorunda kaldı ve böylece Salih iktidarını korudu.

İşte bu yeni durum karşısında yeni Suudi Savunma Bakanı Muhammed Bin Salman 26 Mart 2015’te, resmi görüşe göre 9 Arap ülkesinin iş birliğiyle (bunlardan ikisi Körfez İşbirliği Teşkilatı üyesi) savaş başlattı. Söz konusu olan, birkaç gün içerisinde Husileri yenip Hadi’yi yeniden iktidara getirmekti. Aradan iki buçuk yıl geçtikten sonra durumu görüyoruz. Salih, geçen 2 Aralık’ta Suudi’lere bir çıkış kapısı sunmak amacıyla, açıkça “eski sayfaları kapatmak” istediğini ve Husilerle yaptığı geçici anlaşmayı bozduğunu duyurdu. Ancak hemen 2 gün sonra katledilmesi, bu olanağı ortadan kaldırdı.

O zamandan beri bombardımanlar ve Suudi Arabistan’ın uyguladığı ambargo devam ettiği için Yemen’deki kitleler, emperyalist ülkelerde üretilen ve Suudilerin attığı bombalarla öldürülüyor. Aslında bu savaşı sadece Suudi güçleri sürdürüyor: Sözü edilen koalisyon sadece laftan ibaret. En sonunda Mısır açıkça karada savaşmak için asker göndermeyeceğini açıkladı; Pakistan Meclisi her türlü katılıma karşı veto kararı aldı; geriye kalan diğer üye ülkelerin katılımı ise sadece sembolik. ABD askeri güçleri, El Kaide dışında, doğrudan müdahale yapmıyor. Göründüğü kadarıyla ABD yöneticileri, müttefiklerini tek başına bırakıp bataklığa saplanmasını tercih ederek açıklamalarla desteklediğini duyurmakla yetiniyor. ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Remsilcisi Nikki Haley 14 Aralık’ta yaptığı bir açıklamada, Husilerin Suudi topraklarındaki bir havalimanına fırlattığı füzenin İran kaynaklı olduğuna ilişkin “tartışma götürmez delilleri” olduğunu duyurdu. Ancak bu deliller, tıpkı Georges W. Bush’un Irak işgalini meşru kılmak için iddia ettiği kitlesel imha silahlarının hiçbir zaman ispat edilmemesine benziyor.

Riyad iktidarı, İran’ın Suudi Arabistan’a yönelttiği "doğrudan askeri saldırganlığı" kınamaya devam ediyor, tıpkı 4 Ekim’de Muhammed Bin Selman’ın yaptığı gibi. Dini liderler de “dinsiz imansız” Şiilere karşı kinlerini kusuyorlar. Ancak İran için Yemen öncelikli değil.

Suudi rejimin istikrarsızlığı

Bir Suudi iş adamı olan Türki Faysal El-Raşit, internet sitesindeki bir yazısında (Le Monde 4 Ocak 2013 haberine göre), “Suudi iktidarı için gerçek tehlike (...) ne İran’dır ne de terörizm. Tehlike daha çok gerçek siyasi, iktisadi ve kültürel reformlar sayesinde iyi bir yönetime kavuşma arzuları, kirli işlerle yolsuzlukların yok edilme arzularıdır” diye yazdı.

Suudi Arabistan dünyadaki petrol rezervlerinin dörtte birine sahip ve bu petrolün çıkarılma maliyeti çok düşük. Petrol ülkenin zenginliğini oluşturuyor ve aynı zamanda da ekonomiyi kırılgan kılıyor, çünkü devlet gelirinin %90’ı akaryakıt ihracatına bağlı. Haziran 2014’ten bu yana gelirler, petrol fiyatındaki düşüşten dolayı azalıyor. Petrolun varil fiyatı 18 ayda 114 dolardan (Ocak 2016 verilerine göre) 30 dolara düşerken Krallığın kamu harcamalarında önemli artış oldu.

Harcamanın büyük kısmı silahlanma için. Yemen’de sürdürülen savaş, harcamanın azalmasına kesinlikle katkı yapmıyor. Suudi Krallığı savunma için 90 milyar dolar harcadı. Böylece, ABD ve Çin’den sonra üçüncü sıraya yerleşip, Rusya’yı bile geride bıraktı.

Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) verilerine göre, ABD Suudi Arabistan’a 2015 Mayıs ile Eylül ayları arasında 7,8 milyar dolarlık silah sattı. İngiltere Mart 2015’te 2,8 milyar sterlin değerinde silah malzemesi sattı. Fransa da geride kalmadı. Suudi Krallığı, Fransa’nın en iyi müşterisi. Meclis’in 2016’da silah ticareti ile ilgili yayınladığı bir rapora göre, 2006 ile 2015 yılları arasında Suudi Arabistan; Katar, Mısır, Brezilya ve Hindistan’ı geçerek 12 milyar avroluk silah satın aldı ve birinci sıraya yükseldi.

Şu ana kadar ülkede en yukarıdan en aşağıya kadar, petrolden gelen milyarlar harcanıp bir nevi sosyal barış sağlanmıştı. Petrol rantı sayesinde aynı zamanda kraliyet ailesine bağlı binlerce prens ile çevresi sadık kalmıştı. Bu amaçla verilen, sadece “maaşların” yıllık tutarı 2 milyar dolar civarında. Yani Krallığın toplam kamu harcamalarının %5’i civarında. Petrolden gelen dolarlar sayesinde binlerce kamu memuru işe alındı, ailelerin tükettiği petrol, su ve elektriğin fiyatı sübvanse edildi. Özel sektördeki esas işler ise yabancı kaynaklı ucuz iş gücü ile yapılıyor. 26 milyon civarındaki toplam nüfus içinde çalışan sayısı 18 milyon. Çalışanların yarısı göçmen emekçiler. Tüm bunlara ek olarak bir sürü hediye var. Krallığın temel işleyişi torpile dayanıyor.

Ancak başkent etrafındaki gecekondularda yaşayan yoksul kitleler, petrol gelirinden yararlanamıyor. Bu mahallelerde temel kamu hizmetleri yok. Suudi halkının %20’si yoksulluk sınırının altında. İşsizlik gerçek bir felaket; resmi verilere göre bile, çalışabilecek durumdakilerin %12’si işsiz. Bazı kaynaklar, gerçek işsizlik oranının %20 ile %30 arasında olduğundan söz ediyor.

Petrol gelirinin azalmasından kaynaklanan kriz nedeniyle oluşan iflas tehdidini ve kitlelerden gelebilecek tehditleri engellemek amacıyla çözüm aranıyor. Rejim kamu yardımı siyasetini sürdürmek istiyor ama silahlanma harcaması ve dış siyasetinin finansmanını da sürdürmeye çalışıyor.

Krallık, 2007’den bu yana ilk defa bütçe açığını kapatmak amacıyla JP Morgan, HSBC ve Citigroup’tan 10 milyar dolar borç aldı. Muhammed Bin Selman, kendince mütevazi, “2030 Görüşü” diye bir plan sundu. Buna göre özelleştirmeler, özellikle Aramco’nun (Arap Amerikan Petrol şirketi) kısmen özelleştirilmesi yapıldı; bu kamu petrol kurumu şirketi hisse senetlerinin %5’i satışa çıkarıldı ve böylece ülkenin doğal enerji kaynaklarının denetimi yabancı yatırımcıların denetimine açıldı.

Kitleleri hedef alan ilk kemer sıkma kararları alındı. Artık kamuda çalışanlar da gaz, su ve elektrik faturalarının tümünü ödemek zorunda. Sınırlı olsa da, 2016’nın ilk üç ayında internet yoluyla yüksek faturalar protesto edildi. “2030 Görüşü” planına göre özel sektörde daha çok Suudi emekçi çalıştırılacak. Ancak bu yıllardan beri söyleniyor. Göçmen işçilere karşı savaş yıllardır sürüyor ve zaten zor olan yaşam şartları daha da zorlaşıyor. Onlara kesilen cezalarla birlikte polis baskısı da artıyor. Ülkenin, bu çok sömürülen emekçilere ihtiyacı var ama aynı zamanda bu emekçiler, egemen sınıf için sürekli bir tehdit olarak görülüyor.

Ekonomik krizin büyümesinin sonuçları katlanıyor; bu durumda, rejimin muhalefete karşı feci bir diktatörlük uygulamasına, insanları falakaya yatırmasına ve kelle uçurma yöntemleri uygulamasına rağmen, kitlelerin ayaklanma olasılığı var. 2011’deki Arap Baharı isyanları döneminde o zamanın kralı Abdullah, isyanın Suudilere yayılmasını engellemek amacıyla belirli istisna sosyal kararlar almıştı: Ücretlere zam yapıldı, işsizlere işsizlik maaşı bağlandı.

İktidarın sorunları ekonomik sıkıntılarla sınırlı değil. İktidar çok gerici Sünni Vehhabi çevrelere dayanıyor; Şii çevreler onlarca yıldır buna karşı çıktığı için siyasi bir sorun oluşuyor. Şiiler, toplam nüfusun %10’unu oluşturuyor ve yoğunlukla ülkenin Doğu illerinde, yani Lahsa ve Katif bölgelerinde yaşıyor. Bu bölgeler önemli, stratejik bölgeler çünkü Suudi Arabistan’ın doğal kaynakları buralarda. Şiiler en yoksullar olduğu gibi, kamu yönetiminde, orduda ve güvenlik güçlerinde de hiçbir yüksek mevkie getirilmiyorlar. Petrol üretimini tekelinde bulunduran Aramco, %40 oranında Şii kökenli çalıştırıyor.

1980-81 yıllarındaki Katif ve Hüfuf isyanlarında ve Arap Baharında, Bahreyn’deki Şiileri desteklemek için yapılan yürüyüşlerle, Şiiler baş kaldırdı. Her defasında feci baskılara maruz kaldılar. Yine de isyan duyguları, küllerin altında yaşıyor.

Devletin zirvesindeki dengeler çok kırılgan ve her iktidar değişikliğinde sorun yaşanıyor. Muhammed Bin Selman, şu anda Kralın oğlu olduğundan, en azından babası sağ olduğu sürece, meşru bir desteğe sahip. Selman iktidarını güçlendirmek için bazı manevralar yaptı: Haziran 2017’de, önceki veliaht prens olan Muhammed Bin Nayef’i, 4-5 Ekim’de onlarca prensi, bakanı ve iş adamını yolsuzluk iddiasıyla tutuklattı. Ancak bunların yeterli olacağı kesin değil.

Şu anki veliaht prens, kadınların araba kullanma hakkı olması ve sinema salonlarının yeniden açılması gibi bazı kararlarla kendine modern görüntüsü vermeye çalışıyor. Buna rağmen, bu orta çağ krallığı kadınları baskı altında tutmaya devam ediyor -örneğin kadın eşi dışında birisiyle ilişkide olursa idam ediliyor- kitleler ahlak polisi baskısıyla ve fetva ile yönetiliyor ve en küçük özgürlük girişimi anında bastırılıyor. En küçük internet haberi yıllarca hapis cezasına sebebiyet verebiliyor ve hatta bazen kelle uçurularak idam kararına yol açıyor.

2014 yılında bir krallık kararı, terörizmi şu şekilde tarif etti: “Kamu düzenini bozmayı… veya toplumun güvenliğini veya devletin devamlılığını… veya devletin şeref ve haysiyetini hedefleyen eylemler.” Aynı yıl İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı bir karara göre, “ateizmi savunmak” ve “herhangi bir hareket, kurum, örgüt veya siyasi partiyi desteklemek, ona katılmak veya sempati duymak” terör suçudur. Rejim hiçbir muhalefete imkan tanımamak için korku salıyor.

Emperyalizmin ayrıcalıklı bir jandarması

Kendi kendilerini çok demokratik bulan ABD, İngiltere ve Fransa’yı, bu azılı diktatörlük rejimi hiç rahatsız etmiyor. Öyle ki 28 Ekim 2016’da Suudi Arabistan, Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Komisyonu’na yeniden seçildi. Bölgede başka diktatörlükler de var ama Suudi Arabistan onların en fecisi. İsrail’den sonra, genel düzeyde ABD’nin, özel düzeyde daha çok ABD petrol şirketlerinin çıkarlarının en büyük savunucusu da Suudi Arabistan. Verdiği hizmetlerin listesi oldukça uzun.

Suudi Arabistan, 1950’li yıllarda Arap milliyetçiliği akımına ve Sovyetler Birliği’ne yaklaşan Nasır rejimi ve benzerlerine karşı bir set görevi üstlenmişti. 1970’li yıllarda, tıpkı İran Şah rejimi gibi, bölgede güvenlik direği görevi yaptı: ABD’nin, Suudi Krallığı için yaptığı askeri harcamalar 1970’te 16 milyon dolar iken 1972’de 312 milyon dolara tırmandı. Suudi rejimi, 1991’de Körfez Savaşı esnasında, Irak’taki Saddam Hüseyin rejimine karşı destek verdi. Hatta Suudi dini liderleri (Ulema), ABD birliklerinin Kuveyt’e geçmeden önce Suudi topraklarında konuşlandırılmasına izin veren özel bir fetva bile yayınladı. Suudi Arabistan ayrıca, 1980’li yıllarda Afganistan’daki Taliban’a mali destek vererek ABD’ye yardımcı oldu. Ancak Taliban, ABD’nin ümitlerini boşa çıkardı, çünkü onlar Sovyet askerlerinin, Afganistan’dan çekilmesinden sonra, 1988-1989 arasında, ülkedeki kargaşa ortamına çözüm getiremediler. Talibanlar, Suudi ve Pakistan desteği olmadan bölgeye egemen olamazlardı. Aynı şekilde Suudi Arabistan’ın, Yemen’de sürdürdüğü savaş, ABD’li yöneticilerin onayı ve desteğiyle yapılıyor. Ancak Suudi rejiminin ABD’ye karşı gösterdiği bu sadakatin büyük bir bedeli var ve onu da Ortadoğu’daki kitleler ödüyor.

Yangın çıkarıp, yangın var diyenler

Yemen’deki savaş ortamında Husi milislere ek, yeni cihatçı milisler ortaya çıktı, var olanlar da güçlendi: Arap yarımadasındaki El Kaide (AQPA) ve İslam Devleti (IŞİD) gibileri. Kargaşa ortamından yararlanan El Kaide, ülkenin beşinci büyük kenti olan Mukelle’yi ele geçirdi. Yerli aşiretlerle ittifak kurup kentte bir yıl boyunca iktidarını sürdürdü.

Bu cihatçı hareket, ABD’nin İHA (insansız hava aracı) saldırılarından veya Trump’ın iktidara gelmesinden bu yana, özel askeri güçlerin düzenlediği saldırıların artmasıyla gerilemedi, durum bunun tam tersi. Yemen, yabancı cihatçılar için bir cephe gerisi üssüne dönüşebilir. Eğer savaş devam edip daha da büyürse, tam aksine Yemen’deki cihatçılar burayı terk edip tüm bölgeye ve hatta daha uzaklara yayılabilir. Tıpkı Libya’da emperyalist güçlerin yaptığı müdahaleden sonra yaşandığı gibi.

Yemen’in kargaşaya sürüklenmesi, en yoksullardan biri olan bu ülkede yoksulluğun giderek daha da artması, bombardımanlar ve tüm bu ortamın yarattığı umutsuzluk, ülkeyi daha derin bataklığa sürükleyip milisler için çok güzel bir ortam yaratabilir. Böyle bir gelişme daha önce Irak’ta, Suriye’de ve başkalarında önceden yaşanmıştı. Emperyalistlerin başlattığı yangın, yerli iş birlikçilerinin başlattığı yangınlarla birleşerek tüm bölgeye yayılıyor. Emperyalist güçler, bölgede ekonomik ve sosyal egemenliklerini sürdürebilmek için kanlı bir diktatörlüğü kullanıyor. Bu da bölgeyi, bütünüyle bir barbarlığa sürüklüyor. LDC, No 189 (04.01.2018)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Güncel Yazılar   ?