Sinif Mucadelesi

IV. Enternasyonal’in kuruluşundan 50 yıl sonra

Bugünün enternasyonalist devrimci militanları nasıl değerlendirmeli?
Cumartesi 6 Ekim 2018

Leon Troçki Çevresi’nin Bildirisi - 30 Eylül 1988

3 Eylül 1938’de on bir ülkeyi temsil eden yirmi beş delege, Troçki’nin eski dostlarından Fransız Alfred Rosner’in banliyödeki evinde, neredeyse kimseye duyurmadan yapılan bir toplantıda IV. Enternasyonal’i resmen ilan etti.

1938 yılı işçi sınıfı için önemli bir geri çekiliş yılıydı. Hemen her yerde işçi sınıfı yenik düşmüş ve parçalanmıştı. Savaşa gönderilmek üzereydiler. Troçki’den önce, olayları devrimci eleştiri süzgecinden geçirerek II. ve III. Enternasyonal’in etkinliğini kırmaya çalışan kişilerin sayısı da çok değildi. Öyle ki IV. Enternasyonal ilan edildiği zamanlarda, içinde çok az insan olan bir "kayık"tı.

Birkaç devrime faal olarak katılan, Sovyetlerde (emperyalist güçler koalisyonuna karşı yarattığı ve harekete geçirdiği) kızıl ordunun başında devrimci kitlelere önderlik etmiş Troçki artık birlikleri olmayan, kitlesinden kopmuş bir devrimci önderdi. Stalin Troçki’yi, bürokrasi de dünya devrimini başından atmıştı ama Troçki devrimci mücadeleye devam ediyordu.

1933’te yeni bir enternasyonalin inşasına girişen Troçki aynı yıl Stalinci Enternasyonal’le ilgili olarak şöyle yazıyordu: "Faşizmin gök gürültüsüyle uyanmayan ve bürokrasinin inanılmaz zararlarına boyun eğerek katlanan bu örgüt ölmüştür ve hiçbir şey onu yeniden hayata döndüremez. Bunu açıkça ve yüksek sesle söylemek... İşte bizim işçi sınıfı ve sınıfın geleceği karşısındaki acil görevimiz budur." Buna karşılık Troçki’nin çevresinde bu yeni Enternasyonal’in kuruluşu konusunda tartışmalar ve karşı çıkanlar vardı. Troçki eleştirilere şöyle yanıt veriyordu: "IV. Enternasyonal’in ilanı için erken mi? O zaman sınıf mücadelesi için de erkendir! Bu iş için bizim gücümüz çok mu yetersiz? Tarih bize zayıf olduğumuz için süre tanımıyor. ‘Zamanını beklemek’ mi? İşte zaman kaybetmenin en iyi yolu!"

Troçki gerçekten anlaşılmamıştı ama bunu dert etmedi. 1917 Nisanındaki Bolşevik konferansında Rusya’da devrim başlamışken III. Enternasyonal’in kurulmasını istediğinde tek başına kalan Lenin’i anımsıyordu. 1930’lu yıllarda ise Troçki tek başınaydı ve büyük bir görevle karşı karşıyaydı.

Troçki 25 Mart 1935’te sürgün güncesine şöyle yazmıştı: "Şu sırada yaptığım işin -son derece yetersiz ve parça parça olmasına rağmen- 1917 devriminde ve iç savaş sırasında yaptıklarımdan daha önemli, yaşamımın en önemli işi olduğuna inanıyorum. (..) Şu sırada yaptığım, sözcüğün tam anlamıyla "yeri doldurulamaz" bir iş.

Bu ifadede kendini beğenmişlik yok. İki Enternasyonal’in çökmesi, bu kuruluşların başındakilerin hiçbirinin çözmeye yeterli olmadığı bir sorunu ortaya çıkardı.

"Kişisel yazgımın özellikleri tepeden tırnağa ciddi bir deneyim sahibi olan beni bu sorunla karşı karşıya bıraktı. Yeni kuşağa devrimci yöntemi benimsetmek ve bunu II. ve III. Enternasyonal şeflerine rağmen yapmak benim dışımda kimsenin üstesinden gelemeyeceği bir iş." Ve ekliyor: "Ve Lenin’le (ya da aslında Turgenyev’le) tamamen aynı kanıdayım: En büyük günah elli beş yaşını aşmış olmak! Mirasın sonraki kuşaklara geçmesini sağlamak için en az beş yıl kesintisiz çalışmam gerek."

İÇİNDEKİLER

I- IV. ENTERNASYONAL’İN KURUCUSU TROÇKİ’NİN HEDEFLERİ

- Troçki’nin Gelecek Devrimci Krizler Sayesinde IV. Enternasyonal’e
Bağlanacağını Umduğu Bir Komünist Kuşak

- Alman Komünist Partisi (AKP) Militanları

- Diğer Avrupa Partilerinin Militanları

- Amerikan İşçi Hareketinin Atılımı ve Amerika Komünist Partisi (ACP) Militanlarına Ulaşacak Bir Yol Bulmanın Gerekliliği

- Savaş Arifesinde Troçki’nin Perspektifleri

- Kuruluşu Sırasında IV. Enternasyonal’in Durumu

II- TROÇKİ’NİN ÖLÜMÜNDEN SONRA IV. ENTERNASYONAL’İN SERÜVENİ

III-ENTERNASYONALİST DEVRİMCİLERİN UMUTLARI BUGÜN NE ÜZERİNDE YÜKSELİYOR?

- Üçüncü Dünya’nın Esas Olarak Kırsal Karakteri Yok Oluyor.

- Proleter Devriminin Nesnel Koşulları Yok Olmak Bir Yana, Daha da
Olgunlaştı.

- Üçüncü Dünyanın Proletaryası: Dünya Proletaryasının Tamamlayıcı Parçası

- Bir Toplumsal Krizler ve Devrimler Çağına Doğru

- Enternasyonalist Proleter Mirasın Bugün Ezilenlerin Saflarında Ortaya
Çıkan Mücadeleci Kuşağa Aktarılması

IV- GÖĞÜSLENMESİ GEREKEN BİR MEYDAN OKUMA

I- IV. ENTERNASYONAL’İN KURUCUSU TROÇKİ’NİN HEDEFLERİ

Troçki’nin yeni kuşağa aktarmak için acele ettiği devrimci yöntem neydi? Deneyimle elde edilen "mesleki beceri", ama asıl başarma isteği ve sanatı, toplumsal güçleri ve onların devrimci iktidarını küçük de olsa toplumu altüst edecek kavgalarda kullanmak... Lenin’in yönetimindeki Rus devrimcilerinin 1917’de giriştikleri iş buydu.

Dalga beklenmedik ve dramatik bir biçimde geri döndü -ve Stalinciler geri dönüşe komünizm adına katkıda bulunuyorlardı- ama eşyanın doğasını yeniden zorlamak, işçi hareketinin kaynakları ve gücüyle tarihin akışını değiştirmek için gerekli araçlar bulunmalıydı.

Ve bir işçi kuşağı, hatta bir komünist kuşağı mevcuttu. Bu kuşak her ne kadar, birkaç yıldır, bir makas değiştirme hatası olduğunu anlamaksızın, lokomotifi körlemesine izliyorsa da devrime uğursuz bir "halkın babası"nın manevra kitlesi olmak için girmemişti.

Troçki’nin Gelecek Devrimci Krizler Sayesinde IV. Enternasyonal’e Bağlanacağını Umduğu Bir Komünist Kuşak

Bu dönemde işçi hareketi hayal kırıklıklarına ve ağır darbelere rağmen hala dünyayı değiştirecek güce sahipti. Hatta on kere değiştirecek güce!

Kabaca; yüzyılın başında doğanları kapsayan kuşak ya kazanmış ya da kaybetmişti, ancak bir grev, bir ayaklanma, bir devrim yönetmişti. Bu kuşak sosyal demokrasinin en iyi yanlarını almış, sonra komünistlerin en iyi savaşçılarıyla, Bolşevizm’in devrimci atılımıyla karşılaşmıştı.

Devrimci yükseliş döneminde bu kuşak mücadele içinde çeşitli ülkelerde aynı kampta, aynı bayrak altında enternasyonalist bir ruh edinmişti. 1919’da III. Enternasyonal’in kurulmasıyla, her ne kadar yeni bir örgüte ve yeni bir programa biçimsel olarak eklenmek Troçki’nin sözünü ettiği "yeni devrimci yöntemin” gerçekten anlaşılmış olduğunu göstermese de bu eğilim bilinçli bir hale geldi.

Ama aynı atılımda bu kuşak legal ya da illegal, propagandaya yönelik ya da müdahaleci çeşitli örgüt tiplerini keşfetmişti. Burjuva toplumunun bağrında 1920’lerden başlayarak bu kuşak, komünist bilinç, dayanışma ve ahlak üzerine kurulu siyasal ya da askeri bir komünist hücreler-çekirdekler ağını yaygınlaştırmış, burjuva düzenine karşı devrimci bir maya halini almıştı.

Bu kuşağın en canlı ve deneyimleri dolayısıyla davaya en bağlı tugayları SSCB’deydi. 1920’lerin sonunda eski Bolşevik kuşak yıpranmaya, demoralize olmaya, Stalinci bürokrasi karşısında teslim olmaya başlamıştı. Ama daha genç, SSCB’de Troçkist muhalefetin, daha sonra 1927-29 yıllarından başlayarak, Troçki’nin sınır dışı edilip ardından sürgün edilmesi sırasında uluslararası sol muhalefetin militan iskeletini oluşturan bir kuşak da vardı.

Bu kuşak tüm dünyada, Komünist Enternasyonal’in militan seksiyonlarında bulunanlara Stalinizmin bir hata olduğunun anlatılmasına, onların ikna edilmesine katkıda bulundu.

Diğer ülkelerde diplomatik misyonlar çerçevesinde, hatta Moskova’da SSCB’de seyahatler ya da kongreler dolayısıyla bulunduklarında onlarla irtibata girdi. Militanlar bu şekilde etkilendi, sarsıldı ve kazanıldı. Ama 1920’li yılların sonundan itibaren henüz kararsız ama giderek daha tedirgin olan Stalinci diktatörlük tavrını sertleştirdi. Tutuklamalara ve sınır dışı uygulamalarına. En yaşlı kuşaktan farklı olarak gençler Stalin karşısında o kadar çökmemişlerdi denebilir belki. Ama Troçki’nin artık çalışmalarını yönlendirmek için hiçbir maddi araca sahip olmadığı bu dönemdeki genç kuşak da cezaevlerinde ve kamplarda korkunç bir sonla karşılaştı; özellikle Vorkouta’da Mart-Mayıs 1938 tarihleri arasında 23 bin Troçkist sistematik bir şekilde küçük gruplar halinde kurşuna dizildi.

Bu arada SSCB’de bile tartışmalar devam ediyordu, ama el altından. Özel toplantılarda. 1937’de GPU’nun önemli bir ajanı, Ignace Reiss IV. Enternasyonal’e katılarak Stalin’in politikalarına ilişkin bir dizi anlamlı eleştiri dile getirdi (ve aynı GPU’nun adamlarınca kısa bir süre sonra öldürüldü). Muhtemelen onun gibi ihanet ve alçaklıklarla dolu bir kariyerin sonunda onurlu bir son seçmenin daha iyi olacağını anlayan -ve rejime uşaklık etmenin bile artık yaşamını garantiye almaya yetmediğini anlayacak mevkilerde olan- başkaları da olmuştu.

20-30’lu yılların kavşağında SSCB’de muhtemelen bir Enternasyonal’in temel taşları olabilecek düzinelerce militan vardı. Hatta gizli servislerde çalışanlar arasında bile eski komünist militanlar vardı. Ama bir dönem boyunca Stalinci baskı Troçki’nin bu insanlarla bağlarını koparmıştı ve Troçki artık daha çok dünyanın geri kalan yerlerinde hala devasa potansiyeliyle duran işçi hareketine bel bağlıyordu.

Troçki, Yeni Enternasyonal’i, sosyalist devrimin dünya partisini inşa politikasını, komünist programın değeri ve yöntemleri, Marx ve Engels’in ve daha sonra Bolşevizm’in siyasal mirası, ama aynı zamanda dünyadaki on binlerce, yüz binlerce komünist militanın ve harekete geçirebildikleri milyonlarca işçinin temsil ettiği paha biçilmez insan mirası üzerine kurdu.

Kuşkusuz bu insanlar arasında "yozlaşmış", düzelmesi mümkün olmayan, Stalinci gangsterliğin kangren ettiği unsurlar vardı (ve bunlar genellikle Stalin’in partilerin ve Enternasyonal’in başına geçirdikleriydi). Ama Troçki tekrar bu militan kuşağın başına geçebileceğine inanıyordu. Ve 1933’te, Troçki III. Enternasyonal’le kesin kopuş adımını attığında, umutsuzca bulmaya, ulaşmaya çalıştığı bu işçi hareketine, özellikle de Alman komünist işçi hareketine ulaşmanın bir yolunu bulma arayışındaydı.

Alman Komünist Partisi (AKP) Militanları

Alman Komünist Partisi hem 1932’de seçimlerde altı milyon oy toplayan bir kitle partisiydi, hem de bir işçi partisiydi. I. Dünya Savaşı’nın sonundan başlayarak zor günler geçiren, sefalet ve işsizlik çeken, acımasız mücadeleler görmüş, grevler, ayaklanmalar, devrimler yapmış, karşılığında kurşuna dizilmiş, hapsedilmiş, siyasal yasaklar ve yeraltına geçişlerle dolu mücadele yürütmüş bir işçi sınıfının partisiydi.

Alman Komünist Partisi’nin mücadele geleneği daha önceki yıllarda bu çok sayıda ve sert geçen grevlerde ve toplumsal mücadele içinde bilenmiş, bilinçlenmiş ve siyasal kültür edinmişti çünkü militanların çoğu sosyal demokrat geleneğin en iyi yanlarını akıllarının bir yerinde saklamışlar, buna daha sonra yeni komünist gelenekler eklemişlerdi. Ve bu parti özellikle örgütlenme, en çok da siyasal ve askeri örgütlenme konusunda büyük deneyime sahipti.

Bu komünist kuşak dünya savaşı sırasında genel olarak 15-20 yaşlarındaydı. 1914-1923 yılları arasında hızla yeraltı çalışması ve hapishane deneylerinden geçmişti. Komünist faaliyetlerin baskı görmesi ve yasaklanması, savaş boyunca, 1919’da Berlin’de ve Bavyera’da başarıya ulaşamayan devrim girişiminden, Mart 1921 ayaklanmasından sonra ve nihayet 1923’ün devrimci olaylarından sonra hemen hemen aralıksız sürmüştü. Bu komünist kuşak burjuvaziye karşı sürekli mücadele halindeydi, üstelik ham hayalleri de yoktu çünkü o dönemde karşı devrimci olduğu açıkça bilinen muhbirlerle olduğu kadar emperyalizmin sosyal demokrat bekçi köpekleriyle de karşı karşıyaydı.

İşçi ya da küçük burjuva kökenli bu genç komünistlerin çoğu 1917-18 savaşı sırasında kışlaların duvarlarını tırmanarak savaş karşıtı bildiriler dağıtmış, bunun için hapse girmişlerdi. Ya da askere alınmayı reddettikleri ve asker kaçağı muamelesi gördükleri için hapsedilmişlerdi. Bazı askerler 1918 yılının ünlü asker ayaklanmalarına katılmışlardı. Çoğu, yirmi yaşındakiler bile, özellikle Mart 1918’de Brest-Litovsk görüşmeleri sırasında Troçki’ye destek olmak için gemilerde ya da Berlin’in büyük silah fabrikalarında grevlere katılmış ya da grev yönetmişlerdi.

Komünist Partisi çok kısa sürede, kendilerini savunmak, saldırıya hazırlanmak için illegal ve askeri bir aygıt kurmuştu (ki Lenin’in Komünist Enternasyonal’ine katılmanın yirmi bir koşulundan biri buydu) ve Parti ile mücadeleci işçi hareketi şöyle ya da böyle sınıf mücadelesine iyice ısınmışlardı.

AKP’de çok sayıda devrimci militan vardı. Troçki bunun değerini bildiğinden onlara ulaşmanın yolunu aradı. Bu militanların kuşkusuz ters nitelikleri de vardı ama bir kitle komünist partisinde askeri faaliyet sürdürdükleri için bu kişiler Troçki’nin gelecekteki mücadeleleri yönetmek ya da bu işlevi yerine getirebilecek bir devrimci yönetici kadro inşa etmek için ihtiyaç duyduğu kitle hareketiyle bağlantı noktalarını oluşturabilirlerdi.

Ancak 1920-1930’lu yıllarda işçi hareketinin başında hak ettiği nitelikte yöneticiler yoktu. Bu durum Almanya’da daha da acı bir şekilde ortadaydı. Burjuvazi katletmek suretiyle işçi hareketini Rosa Luxembourg’dan, Karl Liebknecht’ten, ve Leo Jogishes’ten yoksun bırakmıştı ("siyasi temizlik hareketleri" Stalin’le başlamadı); Stalin’in egemenliğine giren Enternasyonal’in yöntemleri de kalanını halletti. Moskova’da keyfi bir şekilde karara bağlanan her siyasal dönüm noktası, ya da Enternasyonal’in üstlenmek istemediği her hatası bir yönetici ekibin yok olmasını getiriyordu.

Stalin’in politikası bir anlamda "politika değiştirmek, yöneticileri değiştirmektir" olarak özetlenebilir; öyle ki AKP gerçek anlamda özerk bir yönetim kuramadığı gibi Avrupa’nın en belirleyici partilerinin başına gerçek yönetimler gelemedi, olgunlaşamadı, nitelik kazanamadı, mücadele içinde pişemedi, geçmiş deneyimlerin hafızasını azami düzeyde kendi hareketine aktaramadı. Sanki her defasında yakılan, yok edilen genç organizmaya yeni bir beyin takılıyor, bu yönetim de geçmişteki yanlış maceraların öyküsünü bilmiyordu. Moskova’nın "sola dön, sağa git" diyen küçük memurları ya da onbaşılarının emirleri doğrultusunda ama hep olmayacak zamanlarda AKP’nin başına birbiri ardına önemli isimler ya da ekipler geçti: Levi, Brandler ve Thalheimer, Fischer ve Maslow, Neufmann ve Thaelmann, sonra tek başına Thaelmann...

Stalinci uygulamaların sonucu yönetimlerin tamamen yok olmasıydı. Mumyalanmış Thaelmann, içinde bulunduğu durumun ani dönüşlerini anlayıp kavrama ve tepki verme yeteneğinden tamamen uzak bir noktaya düşürülmüş, kriz döneminde devrimci bir partiyi yönetmekten aciz bir kuklaydı. Bununla birlikte Mart 1933’te Hitler bir aydır iktidardayken, binlerce komünist militan Reichstag yangını ertesinde evleri basılmış, kitapları pencerelerden, kendileri de hapishanelere atılmışken, binlercesi yeraltına geçmiş, koridorlarda, merdiven altlarında yatarken, KP’nin Hitler’in düzenlediği son seçimlerde hala 5 milyona yakın oyu vardı. Oylarda birkaç yüz binlik bir azalma görülmüştü ama o durumda yine de çok yüksek bir sayıydı bu.

Ne yazık ki Bolşevik gelenekler ve sınıf mücadelesi yöntemleri, SSCB’de Stalinci baskıcı yönetimin Alman komünistlerinin elinden her türlü siyasal beslenme olanağını aldığı bir döneme rastlıyordu. Parti giderek bir karikatüre dönüştü: Her şeyi yapmaya hazır, davaya bağlı on binlerce militan vardı; ama o kadar "herhangi her şeyi" yapmaya hazırdılar ki çoğu maceracı, goşist, darbeci oldu...

Aslında Orta Avrupa’nın hemen tamamında Komünist Enternasyonal, çoğu karanlıkta kalan benzer bir militanlar ordusu yetiştirmişti. 1919’da, 1921’de ve 1923’te Almanya’da partinin her yasaklanmasından ve militanlarının baskıya uğramasından sonra parçalanan ağın devrimci karıncaların somut çalışmasıyla yeniden kurulmasını başarmak olağan bir iş sayılıyordu zaten. Gizli yayın basmak ve dağıtmak sıradan işlerdi. Bütün Bolşevik kuşağın kaderinde olduğu gibi zamanla sürgüne gitmek, göçmek ve militanlığını sürdürme yöntemlerini bulmak da sıradanlaşacaktı.

Diğer Avrupa Komünist Partilerinin Militanları

Mussolini, Nazi ya da Franco askerlerinin botları Avrupalı militan yuvalarına tekmeyi vurduğunda büyük zararlar verdiler ama bu militanların umudunu ve geleneklerini asıl öldüren onların kara ya da kahverengi diktatörlükleri değildi. İşçi hareketini kendi başına bırakan, terk eden yönetimin iflası daha büyük zararlar verdi.

Nazi terörü en inanmış, dayanıklı, savaşçı militanların yerel örgütlenmeler kurmalarına ve başarıyla çalışmalarına engel olmadı; büyük Stalinci temizlik harekâtları sırasında komünistlerin sloganlarının yeniden duvarlarda görülmesi, hatta Berlin duvarlarında "Yaşasın Troçki, Yaşasın Kızıl Ordu" sloganlarının görülmesi engellenemedi.

Muhalefet yayınlarının, komünist bir samizdatın gizlice elden ele dolaşması engellenemedi. Militanlar her şeyi yeniden icat etmeye çalışıyorlardı. Ama eskiden olduğu gibi o gün de dehşetli eksikliğini duydukları şey, siyasal açıdan ölü olan Stalin’in Komintern’inin onlara uzun zamandan beri veremediği, veremeyeceği bir politikaydı.

Bu yeniden yüzdürülmeye çalışılan ve sağlam temellere dayanmayan örgütler hangi limana gideceklerini bilmeyen gemiler gibiydiler. Birçok ülke, Komünist Enternasyonal’in birçok seksiyonu, birçok militan her şeye rağmen bütün enerjilerini ve bilgilerini toplayarak ideallerinin yok edilmesine engel olmaya çalıştılar.

Mussolini İtalyası’nda militanların durumu Hitler Almanyası’ndaki militanlara oranla daha iyiydi: Bazı komünistler yerel örgütlerini en iyi diye bildikleri komünist politikalar temelinde yaşatıyorlardı. Ancak savaşın sonunda Moskova’daki Stalinci aygıt onları "Bordigo-faşist", ya da "Bordigo-Troçkist" diyerek suçladı, bir yandan da İtalyan Komünist Partisi’ni hükümette kralla koalisyon yapmaya teşvik etti. İspanya’da da Franco’nun zaferi bazı militanların siyasal mücadeleyi derhal bırakmasına yol açmadı. Özellikle İspanya’ya 1931’de Komünist Enternasyonal’in eğitmeni olarak gönderilen partinin orta kadrolarından Rus-Romen kökenli bir militan olan Quinones, Nisan 1941’de ilk ulusal gizli İspanyol Komünist Partisi’nin ilk yönetimini oluşturmayı başardı.

Cumhuriyetçilerin yenilgisinden sonra hapse atılan Quinones siyasete ve yeraltı faaliyetine dair bilgisiyle militanlar arasında revaçtaydı. Çevresinde "İspanyol Komünist Partisi’nin içsel yönetimini" oluşturarak güç toparlamak amacıyla tüm eyaletlere adam göndermeye başladı. Bu komünist militanlar Troçkist değildi. Stalinciydiler. IV. Enternasyonal’i bilmiyorlardı ya da muhtemelen aşağılıyor ve nefret ediyorlardı. Ama yönetimlerinin onlara kabul ettirdiği siyasal hatalara rağmen gerçek komünist militanlar, değerli militanlardı. Ve bu insanların sayısı on binleri bulduğu için ki Troçki yeni bir Enternasyonal kurmaya karar verdi. O andaki duyguları ne olursa olsun, Stalinci bürokrasinin ihanetten felakete doğru giden politikasının günün birinde bu insanların gözlerini açacağına güveniyordu. O zaman bağlanabilecekleri bir perspektifleri olabilsin diye yeni bir Enternasyonal’in bayrağını dikmek istiyordu.

Amerikan İşçi Hareketinin Saikleri ve ACP Militanlarına Ulaşacak Bir Yol Bulmanın Gerekliliği

Troçki’nin bir Enternasyonal inşa etmek için umutlarını bağladığı o dönemin işçi hareketi aynı zamanda Atlantik’in öte yakasındaki, Amerika’daki yeni militan kuşağı da kapsıyordu. Bir öncüler kuşağı, sendikal ajitasyon ve politika profesyonellerinin, sınıf mücadelesi propagandacılarının oluşturduğu bir kuşak...

Yaşlı Avrupa’nın işçi hareketi yeraltı şebekelerinde kırılmış bağları yeniden kurmaya çabalarken, başka bir tarzda krize giren genç Amerikan işçi hareketi gün ışığında ve büyük ölçekli hareketlere yönelmişti. ABD’de bu kriz ve depresyon ortamında sendikal patlama nesnel olarak bir siyasal karakter kazandı. Mücadeleler oldukça artmıştı ve genellikle saldırı niteliğinde, taşkındı. Örneğin 1934’te Güneydeki genel tekstil grevinde 400.000 grevci bir deprem dalgası gibi önüne geleni silip süpürmüştü. Enerjik bir militan "uçucu hazır kuvvet birlikleri" fikrini ortaya atmıştı: Grevciler fabrikadan fabrikaya gidiyor, birinin kapanmasını sağladıktan sonra eski püskü arabalarına atlayıp en yakın dokuma merkezine koşuyorlardı, böylece polis henüz grev barikatlarının kurulmasını önlemeye vakit bulamadan örgütleniyorlardı.

Stalinci ve Troçkist komünistler 1934-36 yıllarına yayılan grevler dalgasında eski merkezi Amerikan İşçi Federasyonu’na karşı örgütlenen yeni sanayi sendikası Sanayi Örgütleri Kongresi’nin tanınmasını sağlamada rol oynadılar. Amerikan komünistleri sınıf mücadelesinde pişti. Bu mücadeleler devrimci imgelemi besledi ve çoğunluğu işçi sınıfı hareketinden kopuk entelektüeller olan Amerikalı Troçkistlerin faaliyetini artırdı. Troçki onlara şöyle öneriyordu: "İşleri dolayısı ile belli bir yerde yaşamak zorunda olmayan yoldaşlar eyaletin sanayi merkezlerine dağıtılabilirler. Bence en iyi yol bu yoldaşlar ile iki, üç ya da daha fazla sayıda "özel tugaylar" kurmak ve bunları bir kenti ya da kentte belli bir sanayi kolunu "fethetmeye" göndermektir." 1939’da Troçki özellikle ABD’deki bu yoldaşların çalışmalarını yönlendirmeye çabalarken, bu yoldaşların ACP militanlarına ulaşacak yolu bulmaları zorunluluğunun önemini tartıştı.

Ona bahsedilen engeller ve zorluklar listesi Troçki’yi pek etkilemedi. Bunları zaten ezbere biliyordu ve hatta eklemeler bile yapabilirdi. Ama hep aynı mantığı yürüttü: III. Enternasyonal’in komünist işçi hareketi, inşa etmeyi öngördüğü IV. Enternasyonal için mümkün ve belirleyici tek "canlı havuz"du. Açıktır ki bu, iki açıdan zor bir işti: "Birinci görev" diyordu Troçki, "parti yönetiminin işçiler nezdinde itibarını düşürmektir. İkincisi ise bu partinin saflarındaki olabildiğince çok üyeyi kazanmaktır."

Bunu cesareti kırılmadan, mücadeleyi terk etmeden, "belli bir örgüt tarafından bilinçlendirilen işçinin o örgüte şükran duyduğunu, özellikle de başka alternatif görmediği koşullarda o örgütle bağlarını koparmasının çok ama çok zor olduğunu unutmadan yapmak gerekiyordu. "O işçiyi çok aceleci bir şekilde kayıp sayıyoruz. Bu doğru değil" diyordu Troçki. III. Enternasyonal nasıl ki II. Enternasyonal’ den çıkmışsa, Troçki’nin IV. Enternasyonal’i de ancak III. Enternasyonal’in içinden, kitlenin ve militanların en iyilerini hatta bir öncekinin yöneticilerini kendine çekerek çıkacaktı. Yoksa kadrolar nereden devşirilecekti? Dolayısıyla mutlaka var olan kadrolara ulaşmanın yolu bulunmalıydı. Hâlâ bir komünist ideal ve mücadele bilgisine sahip tek yer olan III. Enternasyonal’in partisine ve militanlarına yönelmek gerekiyordu.

Savaşın Arifesinde Troçki’nin Görüşleri

1938’de Troçki artık yeni bir Enternasyonal çevresinde hemen kristalleşme beklemediği gibi, yeni bir devrimci yükseliş de ummuyordu. Yeni Enternasyonal’in doğmasına ilişkin hipotezler öne sürerken Enternasyonal’in "çok daha sonra, önümüzdeki yıllarda faşizmin zaferinin ve savaşın biriktirdiği yıkıntılar arasından" kurulabileceğini de öngörmüştü.

Troçki 1938’de savaşın kaçınılmazlığını görmüştü. Tam da III. Enternasyonal’in komünist kuşağı devrimci yolu bulmayı başaramadığı için ve proletarya bir kez yenildikten ya da en azından tarafsızlaştırıldıktan sonra, emperyalistler aralarında hesaplaşacak, yani proleterleri savaş meydanına süreceklerdi. Troçki aynı zamanda SSCB’nin savaşa girişinin kaçınılmaz oluşunun da altüst oluşun ek bir öğesi olacağını düşünüyordu. Emperyalist kamplardan hiçbiri SSCB’yi olayın dışında tutamaz ve kendisi zayıflarken güçlenmesine izin veremezdi. Ve SSCB tam da Stalin Kızıl Ordu’nun başını yemişken savaşa girerse, zayıf düşebilir, yenilgilerin ağırlığı altında toplumsal patlamalara sahne olabilirdi.

Kuşkusuz burjuva toplumsal güçler bir emperyalist kampın desteğiyle işçi sınıfından intikam almanın yolunu arayabilirdi. Ama işçi sınıfı da komünizm adına bürokrasiden intikamını almaya kalkışabilir ve bir sonraki savaşta devrimci Rus proletaryası Troçki’nin düşüncelerine açılabilirdi. Troçki bu varsayımla hazırlandı. IV. Enternasyonal’i bu amaçla kurdu.

Kuruluşu Sırasında IV. Enternasyonal’in Durumu

IV. Enternasyonal kuruluşu sırasında neydi?

Elbette yeni Enternasyonal’in bir programı vardı: Tutarlı bir tahliller, perspektifler ve mücadele yöntemleri bütünü, devasa bir program. II. Dünya Savaşı’nın en önemli haber alma örgütlerinden biri olan (ve Stalinci bürokrasinin Hitler’e karşı emperyalist müttefiklerin de hizmetine sunduğu) "Kızıl Orkestra"nın şefi Leopold Trepper bile anılarında Troçkistlere şapka çıkarır: "Stalinizme karşı mücadele ediyorlardı ve yalnızdılar. Ama bize karşı büyük avantajlarını, Stalinizmin yerini alabilecek tutarlı bir siyasal sisteme sahip olduklarını da unutmamalılar." Troçkistler unutmuyorlar elbette. Bunun ne kadar büyük bir servet olduğunu biliyorlar. Ama haklı düşüncelerin, hatta tutarlı programların inandırıcı olmaya yetmediğini de biliyorlar.

IV. Enternasyonal 1938’de ilan edildiğinde zayıflığını da ilan etmiş oldu. Troçki sözcüklerle yetinmiyordu. Bu zayıflığı başlangıç olarak alıyor, "Dünyadaki siyasal durumun bütününe asıl karakterini veren şey, proletarya önderliğindeki siyasal krizidir" diyordu. Geçiş Programı’nın, IV. Enternasyonal’in kuruluş programının başlangıç cümlesi budur.

Hayır, sosyalist devrimin bir dünya partisi yoktu. Troçki belki her zamankinden daha yalıtılmış durumdaydı. Bir önderlik kurmayı başaramamıştı, gerçek işçi sınıfı hareketinin bir tek parçasını dahi görüşlerine kazanamamıştı. II. ve III. Enternasyonallerin yönetimlerinden kimseyi çekememişti; sendikal hareketten de kimseyi koparamamıştı.

Sayı açısından bakıldığında, dünyada hemen her yerde militanları ya da örgütleri olsa bile yeni Enternasyonal gerçekten küçüktü. Örneğin 1936’da Paris’te IV. Enternasyonal için ilk konferans Fransa, Belçika, Hollanda, İngiltere, İsviçre, Almanya, İtalya, SSCB, ABD heyetlerinin katılımıyla toplandığında, başka yirmi iki ülkede kuruluş konferansına katılamayan gruplar varlıklarını haber veriyorlardı.

Bazıları için bu durum içinde mücadele ettikleri ortamdan, diktatörlükten, baskıdan kaynaklanıyordu. Çoğunluk için ise aşırı zayıflıklarından kaynaklanıyordu. Bunula beraber, beş kıtada halihazırda Troçkist militanlar vardı.

Ama yeni Enternasyonal’in asıl zayıflığı sayıca azlığında değil, topladığı militanların siyasal profilinde, yani sosyal ve siyasal kökenlerinde, militan geçmişlerinde, işçi sınıfı ve hareketiyle bağlarında yatıyordu. 1928’de Troçkizme geçen, Amerikan Komünist Partisi’nin (ACP) kurucularından biri olan James Cannon bir istisnadır.

1927 devrimci girişiminin başarısızlığından sonra Troçkist olan, Çin Komünist Partisinin kurucusu Tchen Du Hsiu ise, Çan KayŞek döneminde hapse atılmasa ve Japon işgali altında Çin’de kapalı kalıp kısa bir süre sonra ölmese, yani yeni Enternasyonal’le bağları kopup yararlı olma olanaklarını yitirmese bir başka istisna olabilirdi.

Bu militanların çoğunluğunu belli bir siyasi geçmişleri olmakla birlikte III. Enternasyonal’in komünist partilerinden değil sosyal demokrasinin saflarından gelen aydınlar oluşturuyordu. Olsa olsa komünist partilerde, o da yakın dönemde, bu partiler Stalinci bürokrasinin egemenliğine girdikten sonra çok kısa süreli bulunmuşlardı. Öğrendikleri az buçuk siyasetin Leninizmle ya da Bolşevizmle ilgisi yoktu.

Birkaç yıl önce III. Enternasyonal’in bağrında Sol Muhalefete katılan militanların çoğu artık orada değildiler. Oysa gerçek Bolşevik devrimci gelenekleri ve III. Enternasyonal’in geleneklerini devredecek, aktaracak kişiler bunlardı. Birçoğu Hitler’in çeteleri tarafından, hatta daha da sık olmak üzere Stalin’inkiler tarafından öldürülmüştü (Rus militanlar gibi, Troçki’nin oğlu Leon Sedov ya da Alman militan Rudolf Klement gibi). İspanya’daki Andres Nin ve benzeri diğer kişiler yavaşça sağa kaymıştı. Üstelik IV. Enternasyonal’in güçleri 1938’de 1933’ün Sol Muhalefetinden daha fazla olmadığı gibi, 1933’te bu muhalefeti meydana getirenlerin dörtte üçü 1938’de Troçkizmle bağları koparmışlardı.

Troçki kurduğu IV. Enternasyonal’de bir araya getirdiği insanların niteliğinin ilk farkına varan oldu. Bu konuya defalarca değindi. 1939’de şöyle diyordu: "Bu ortam, bayrağımız etrafında özel bir grup unsur yaratıyor. Akıntı yönünde gitmeyi sevmeyen cesur unsurlar var; bu onların karakteridir. Kötü karakterli zeki insanlar vardır; hiçbir zaman disipline edilmemiş ve daima daha radikal ya da daha bağımsız bir eğilimi aramış; onlar bizim yolumuzu buldular. Ama her iki grup da işçi hareketinin genel akıntısı açısından "dış" unsurlardır. Bu kişilerin teşkil ettiği değerin, kaçınılmaz olarak olumsuz bir noktası da var.
Akıntıya karşı yüzenler kitlelerle bağ kuramaz. Ayrıca, başlangıç aşamasındaki her devrimci hareketin toplumsal bileşimi işçi sınıfı değildir. Örgütümüzün toplumsal bileşimini eleştirmeli ve dönüştürmeliyiz ama aynı zamanda bunun gökten zembille inmediğini, tersine nesnel durumun ve bu dönemdeki tarihsel görevimizin bunu belirlediğini anlamalıyız."

Yeni kurulan IV. Enternasyonal’in siyasal ve sosyal bileşimini açıklayan öğe kuşkusuz nesnel durumdu. On ya da on beş yıldır işçi hareketi gerileme aşamasına girmiş, devrimci hareket gerilemeye geçmişti. Troçki bu dönemi, "Yenilgi üstüne yenilgiye uğranan, faşizmin tüm dünyaya yayıldığı, resmi ‘Marksizm’ örgütünün kandırmanın en güçlü aracı haline geldiği" bir dönem olarak tarif etmişti.

IV. Enternasyonal’in kurulduğu sırada, Stalinizmin nihayet devrimci Marksist akımla işçi hareketi arasındaki bağı koparmayı başardığını saptamak gerekiyor. Bu ilk önce fiziksel olarak, bir kuşağın en iyilerini hapsederek ve öldürerek gerçekleştirildi. Diğer yandan siyasal olarak da kitlelere kendini Rus devriminin ve Bolşevizmin mirasçısı diye sunarak bunu başardı.

III. Enternasyonal içinde Sol Muhalefet’e karşı mücadele edilen o belirleyici yıllarda, Stalinciler ‘Üçüncü Dönem’in ultra-sol akımını benimsemişlerdi. Bu yalandan radikal akım aynı zamanda geçiciydi, zira tek işlevi, bir sonraki dönemin ultra-oportünist akımına, yani ‘Halk Cepheleri’ stratejilerine, ortamı hazırlamak oldu. Ancak bu sözüm ona radikal görünüm sayesinde, Sol Muhalefet’i ılımlı, daha az devrimci gösteren bir pozisyona hapsetmeyi başarmıştı.

Evet, nesnel koşullar devrimci hareketin durumunu iyi açıklıyordu. Ama bu bir kez saptandıktan sonra, Troçki’nin de vurguladığı gibi devrimcilerin görevi bu durumu değiştirmekti. Ve Troçkistler bunu yapamadılar ya da yapmayı bilemediler. O zaman başarısız oldular, takip eden 50 yıl boyunca da öyle olacaktı.

Zaten Troçki cinayetini böylesi bir trajediye dönüştüren de IV. Enternasyonal’in bu durumuydu. Troçki düşüncesinin derinliğiyle sıra dışı bir önder olmakla kalmıyordu, ki tek başına bu bile, onun ölümünü mücadele açısından büyük bir kayıp kılmaya yeterdi. Bundan da öte, kuşkusuz değerli ama devrimci geleneği olmayan kadın ve erkeklerden oluşan bu IV. Enternasyonal’de söz konusu geleneği temsil eden tek kişiydi. Entelektüel kapasitesinin ötesinde hareketin deneyimine dayalı yeni bir politika oluşturmasına olanak verecek bir geçmişe sahip tek kişiydi. Ve bu politika aracılığıyla III. Enternasyonal’in militan kuşağını dünya savaşı sırasında ya da sonrasında ikna edebilecek prestije ve itibara sahip tek kişiydi.

O güne dek devrimci proleter hareketin, özellikle de Bolşevizmin ve Rus Devrimi’nin kazanılmış deneyimlerini aktaracak tek kişiydi. Onun tecrübeleri ile mücadele arasındaki hayati bir bağlantı, onun ölümüyle koptu. Kuşkusuz katiller de 21 Ağustos 1940’ta Coyoacan’da öldürücü darbeyi bu yüzden vurdular.

II- Troçki’nin Ölümünden Sonra IV. Enternasyonal’in Serüveni

Troçki’nin ölümünden sonra IV. Enternasyonal’in militanlarını 1920’li yılların devrimci kuşağına bağlayan canlı bağ koptu. Herhalükârda Troçki’nin vasiyetinin resmi uygulayacıları haline gelen IV. Enternasyonal’in yöneticileri III. Enternasyonal’in en iyi yıllarının örgütsel ve devrimci pratik mirasını aktaracak durumda değillerdi. Bu durum hele hele Enternasyonali geliştirmek, meyva vermesini sağlamak için bir olumsuzluktu.

Sonuna kadar troçkizme sadık kalanlar en iyisinden teorik devrimci bağı, devrimci programın lafzını korudular. Bu tutum, bir çok kişi kısa ya da uzun bir süre sonra bundan bile vazgeçerken, kuşkusuz önemliydi (bugün onlar sayesinde hâlâ troçkist militanlar ve gruplar, devrimci komünizmi ve tüm dünyada proleter devrimini savunanlar var). Ama IV. Enternasyonal’in ilan edilen amacı ve varlık nedeni olan proleter dünya devriminin yeni partisini kurmak için yetersizdi.

Kuşkusuz Troçki’nin ölümünü izleyen yıllarda IV. Enternasyonal’in örgütleri ve militanları için dünya savaşından kaynaklanan büyük zorluklar yaşandı. Ama bu herşeyi, özellikle de IV: Enternasyonal’in savaş ertesindeki yetersizliğini açıklayamaz. Çünkü IV. Enternasyonal tam da bu perspektiflerle kurulmuştu.

* * * * * * * * *

Troçki’nin ölümünden sonra IV Enternasyonal ve troçkist hareketin tarihi, tüm dünyada taraftarları olmakla övünebilecek ama giderek sayıları azalan, gerek işçi sınıfı gerekse de işçi sınıfı hareketi üzerinde neredeyse hiç ağırlığı ve etkisi olmayan, hatta bunlarla bağları olmayan bir ideolojik akımın tarihidir.

IV. Enternasyonal’i ve troçkist hareketi, artık devrimci marksist akımın esamesi okunmasa da durmadan ilerleyen gerçek sınıf mücadelesinden ayıran işte bu uçurumdur; troçkist harekete muarızlarının sık sık ve hoşlanarak vurguladıkları geçmişe takılıp kalmış, ancak küçük bir tarikat olarak varlığını sürdürebilecek grup olma rengini veren de budur. IV. Enternasyonal’in burada ayrıntılarına girmeyeceğimiz tarihinin çoğunlukla tanımlar ve sloganlar üzerine bir kavgalar tarihine ve tüm dostlarımızı üzen ve düşmanlarımızı sevindiren bir bölünmeler tarihine indirgenebileceği de doğrudur.

Ama gerçek sınıf mücadelesine etkisi olmayan ve işçi hareketiyle bağları olmayan militanlar için eylemden kopukken sözcüklerin büyüsüne kapılma eğilimi karşı konması zor bir tahriktir. İnsan hiçbir şey yapmıyorsa herşeyi söyleyebilir. Ve birlikte bir etki oluşturulamıyorsa, herkesin kendi köşesine çekildiği ayrılıklar meydana gelmesi kolaydır.

Ama en kötüsü şu ki, Troçki ortadan yok olur olmaz, IV. Enternasyonal’in ulusal grupların çoğu ve enternasyonale sahip çıkan bölünmelerin izledikleri politikalar, etkinlik gerekçesiyle egemen akımların kuyruğuna takılan bir dizi yanılgıdan ibaret oldu. Bunlar çeşitli biçimlerde haklı gösterilmeye çalışıldı; bazen basit taktikler olarak sunuldu; bazen siyasal olarak teorisize edildi.

Ama hepsi şu ya da bu biçimde devrimci komünist politikanın ilkesinin, proletaryanın örgütsel ve siyasal bağımsızlığının korunması, savunulması ya da inşa edilmesi ilkesinin kısmen ya da tamamen terk edilmesiyle sonuçlandı. Ve bu ilke çeşitli siyasal durumlar ve kısa ya da uzun vadede olası ittifaklar ne olursa olsun geçerlidir. Buradan hareketle proleter komünistlerin, devrimci işçi partisinin örgütsel ve siyasal bağımsızlığını korumanın gerekliliğine varılır.

Oysa tersine işçi sınıfını temsil etmeyen ya da artık etmeyen siyasal güçler karşısında kuyrukçu ve troçkist militanları sadece bu güçlerin kuyruğuna takmakla kalmayıp bunların anti-proleter politikalarını işçi sınıfına kabul ettirmelerine katkıda bulunan bir tutum izlendi.

Örneğin savaştan ve işgalden başlayarak çeşitli Fransız troçkist grupları Direniş hareketinin yani stalinci ya da DeGaulle’cü milliyetçilerin yanında saf tuttular.

Ve 1950’lere doğru Michel Pablo, IV. Enternasyonal’e önümüzdeki yıllarda hatta yüzyıllarda evrimci bir rol oynayabilecek durumdaki tek güç oldukları gerekçesiyle stalinci ya da sosyal demokrat örgütlere entegre olmayı önerdiğinde, bu öneri sadece soğuk savaşın devrimciler için yarattığı gerçekten zor durum karşısında bir paniğin ifadesi değildi; on yıldır izlenen kuyrukçu politikaların biraz aşırıya kaçırılmış bir sonucuydu.

IV. Enternasyonal’in Birleşik Sekreterliği ve Pablo’nun kendisi daha sonraki yıllarda, 50’li yıllarda savundukları politika ve aşırı abartılı teorilerden geri adım attılar ama sistematik bir şeklide devrimci proletaryanın ve (sözde olmasada gerçekte kurmaya bir türlü yanaşmadıkları) devrimci komünist partisinin yerini alabilecek siyasal güçler arama sevdasından vazgeçmediler.

Böylece troçkistler sırayla Tito’nun, Mao’nun, Cezayir’de Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FNL), Kastro’nun, Ho Şi Min’in, Arafat’ın, Güney Afrika’da Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC), ve Djibaou’nun dümen suyuna girmeye çalıştılar. Muhakkak ki bu saydıklarımızdan daha iyi olmayan bir çok örnek vardır.

Bu tercihlerin herbiri genel olarak troçkist hareketin bir kanadı tarafından reddedildi ve ne yazık ki çoğu zaman daha iyi olmayan ve aynı derecede oportünist başka bir tercihin savunusu adına... Bugün Devrimci Komünistler Birliği (LCR) ile PCI’nin (Fransada Lambertist örgüt) ataları olan Enternasyonalist Komünist Partisi’nin iki fraksiyonunu örnek alalım. Bunlar 50’li yıllarda sürekli birbirlerine karşı mücadele ediyorlardı çünkü biri Cezayir’de FNL’i desteklerken, diğeri FNL’nin rakibi olan Cezayir Ulusal Hareketi’ni (MNA) destekliyordu. Yani her iki fraksiyon sosyalizm ya da proleterlerle alakası olmayan iki milliyetçi akımı destekliyorlardı.

Sonuç: IV. Enternasyonal’in kuruluşundan elli yıl sonra bilanço oldukça zayıf. İşçi sınıfı arasında daha fazla taraftarı yok; sınıf mücadelesinde etkili olunamıyor; daha kalabalık değiliz,sadece daha fazla bölünmüş olduğumuz söylenebilir.

* * * * * * * *

Bununla birlikte haksızlık etmemek için ve özlellikle de troçkist lafını duyunca alay edenlerin ekmeğine yağ sürmemek için troçkistlerin stalinizmin solunda ayakta durmayı başarmış tek siyasal akım olduğunu hatırlatmak gerek.

Bu kuşkusuz troçkist programın geçerliliğinin bir kanıtıdır. Ve kuşkusuz ciddi yanlışlar içeren politikalara ve bu politikalarla yaşadıkları çelişkilere rağmen zor koşullarda programı savunmayı başaran militanlar sayesinde gerçekleşmiştir.

Devrimci proletaryanın örgütsel ve siyasal bağımsızlığı temel sorununu hiçbir uzlaşma kabul etmeden serbestçe savunmak ve yürütebilmek için Lutte Ouvrière IV. Enternasyonal’a sahip çıkan çeşitli örgütlerden ayrı olarak örgütlenmiştir.

Ama troçkist program etrafında örgütlenmiştir. Ve aynı zamanda önemli farklılıkları olmasına karşın, troçkist hareketle ilişki içinde kurulmuştur. Fransa’da ve dünyada troçkist programı savunmaya devam eden grupların ve militanların bulunması, bunlar troçkist programla çelişki içinde bir politika izleseler de önemliydi ve bize yardımcı oldu. Bu nedenlerle troçkist hareketin saflarında yer aldık, zayıflıkları olarak gördüklerimize rağmen dayanışma içinde olduk.

Bu nedenlerle tamamen ve hiçbir kayıt koymadan troçkistiz.

III- ENTERNASYONALİST DEVRİMCİLERİN UMUTLARI
BUGÜN NE ÜZERİNDE YÜKSELİYOR?

İşte geçmişin bilançosu ve borçlar kısmı böyle.

Troçkistlerin lehine şu söylenebilir: Genel olarak devrimci olmayan tarihsel dönemlerde kendine devrimci diyen örgütler kurmak ve militanları devrimci çalışmada biçimlendirmek kolay değil.

Bununla birlikte son birkaç on yılda devrimci durumlara yolaçabilecek fırsatlar yaşanmadı değil. Yaşandı. Burada ve dünyanın birçok yerinde yaşandı. Bunun anlamı bu tür dönemlerin bu tür fırsatları zamanında yakalamayı öğrenmemiş devrimcilere kısa sürelerde ikinci ya da üçüncü bir şans tanımadığıdır.

Ama 1980’li yılların başlarından itibaren dünyada değişmekte olan tam da bu belki. Emperyalizm için son dünya savaşını izleyen ve sömürge savaşlarının gerçekten zarar vermeyi başaramadığı uzun soluklanma dönemi, ekonomik krizin başlamasıyla birlikte, piyasa ekonomisi gezegeni her zamankinden de çok ve coşkuyla kapladığı bir sırada sona erdi gibi görünüyor.

Evet, kapitalist toplumun nesnel koşulları gezegenin bir ucundan diğerine giderek dünya devrimci proleter hareketinin yeniden doğmasına ve adını hak eden bir enternasyonalin canlanmasına son derece elverişli olmaya başlıyor.

Üçüncü Dünyanın Esas Olarak Kırsal Karakteri Yok Oluyor.

Herşeyden önce son otuz ve özellikle de yirmi yılda bütün Üçüncü Dünya Ülkelerinde olduğu gibi, en yoksullar dahil olmak üzere ekonomisi çok geride kalan "yeni sanayileşen ülkeler" adı verilen ülkelerde 19. yüzyılda Avrupa’da görülene benzer bir sanayi devrimine değil, on kat, yüz kat daha kalabalık insan kitlelerinin yaşam koşullarını altüst eden bir kent devrimine, geçen yüzyıldakinden üç kat hızla cereyan eden gerçek bir kent patlamasına tanık olduk.

Daha birkaç yıl önce en güçlü emperyalist ülkelerin önemli yerleri arasında sadece Londra ve New York’ta kentlerin devleşmesi ve proleteryanın yoğunlaşması açısından azami sınıra dayanıldığı söylenebilirdi.

Bugün 1988’de Kahire, Cakarta, Buenos Aires, Seul, Kalküta’nın nüfusu on milyonu geçti; az bir farkla onları Manila, Tahran, İstanbul ve hatta yüksek yaylaların ve dağların ülkesi, bitmek bilmez köylü gerilla savaşlarının sürdüğü küçük Kolombiya’nın Bogota’sı izliyor. Bütün bu kentler Moskova ve Şikago gibi on milyona ulaşmak üzereler ve Paris’e yaklaşıyorlar.

Tüm bunlar Rio de Janeiro, Pekin ve Shangai gibi nüfusu onbeş milyon civarında dolaşan ya da Sao Paolo, Meksika ve Tokyo-Yokohama gibi yirmi milyonu aşan, dünyanın en kirli kentleri madalyasını almaya hak kazanmış yeni kentsel galaksilerin yanında hiç kalıyor.

Ve tüm yeryüzünün çehresi değişiyor. Olayı daha iyi açıklayabilmek için bir kaç örnek hatırlayalım: 1970’de, şunun şurasında daha yirmi yıl önce gezgenimizde yaşayan kentsel nüfusun büyük bölümü sanayileşmiş ülkelerdeydi ve Üçüncü Dünyanın toplam kentsel nüfusunu üç milyon aşıyordu.

Ama artık bitti. Tamamen bitti. 1985’te oranlar büyük rakamlarla tersine döndü. Üçüncü Dünya ülkelerinin kent nüfusu gelişmiş ülkedekileri üç milyon değil, üç yüz milyon geçiyor. BM (Birleşmiş Milletler) istatistikçileri ve yardımcı kuruluşları bugünden 2000 yılına kadar, yani oniki yıl içinde Üçüncü Dünya ülkelerinin kent nüfusunun gelişmiş, sanayileşmiş ülke kent nüfusunun iki katı olacağını belirtiyorlar. Ve unutmayalım ki bu arada aynı zamanda zengin ülkelerin kent nüfusu da herşeye rağmen artıyor.

Kısacası, elli yıllık bir sürede Üçüncü Dünya’nın temelde kırsal niteliği bir daha geri gelmemek üzere yok oldu. Proleter Devriminin Nesnel Koşulları Yok Olmak Bir Yana, Daha Da Olgunlaştı.

Evet. Yıllar boyunca birçok troçkist Troçki’nin sürekli devrim teorisini işkenceye tabii tuttu, içeriğini boşaltarak, gezegenin geleceğinin artık gerçekten proletaryaya ait olmadığını, yoksul ülkelerin köylülerine ait olduğunu öne sürdü. Bütün bunlar üçüncü dünyanın teorisyenlerine ayak uydurmak, teorik olarak milliyetçi yöneticilerin arkasında durabilmek için yapıldı.

Çok iyi gördük ki, sömürge devrimleri ve onların milliyetçi yöneticileri batılı solcu aydınların onlara bağladıkları umutları ve vaatleri boşa çıkardılar. Kurdukları rejimler birbiri ardına diktatörlüklere dönüştü. Bağımsızlık kazandıklarında sadece onlarla birlikte dövüşen kitlelerden bağımsızlaşmış oldular; kitleler ise batı dünyasının tefecilerinin her zamankinden daha ağır ekonomik ve siyasi diktalarına boyun eğmek zorunda kaldılar.

Köylü kitlelere hitap etmenin en iyi yolu neydi? Fakir ülkelerin köylüleri ve milliyetçi önderlerinin bilmeden ve istemeden ve hatta ona karşı mücadele edecek bir proleter devrimini nasıl gerçekleştireceklerinin tılsımlı formülleri nelerdi?

Solcu strateji uzmanlarından bir yanıt gelmedi. Yanıt emperyalizmin kendisinden geldi ve kesin olduğu kadar da vahşice oldu: Dünya kapitalist pazarının ve eşitsiz mübadelenin yasaları Üçüncü Dünya’ya zorla ya da isteyerek kabul ettirildiğinde, yoksul ülkelerin dağlarını, kırlarını dolduran nüfus boşaltıldı, yeni megalopolislerde işsiz ya da işli devasa bir kent proletaryası olmaya gönderildiler.

* * * * * * * *

1917’de Lenin’in bolşevik devrimi dönemin Rusya’sında, o dev köylü ülkesinde tarihi bir kısa yoldan başarıyla geçmişti. Sürekli devrim demek, genç ve yoğun proletaryanın yönetiminde burjuva devriminin üstünden atlayıp kısa devre yapmak mümkün anlamına geliyordu. Bu SSCB’de kısmen gerçekleştirildi ama daha sonra bir geri dönüş yaşandı. On yıl sonra Çin’de ise stalinizm nedeniyle yaşanamadı. II. Dünya Savaşı ile birikte daha sonra Üçüncü Dünya adı verilen gelişmenin devrimci motoru Avrupa devrimi olabilirdi. Ama o da olmadı.

Öyleyse bugün ihanete uğrayan ya da yenilen ya da gerçekleşemeyen tüm bu devrimlerden sonra artık çok geç değil mi? Proleter devriminin nesnel koşulları kokuşmaya mı uğradı? Hayır, çünkü sonuçta vahşi yöntemleri ve kendi tarihsel geri dönüşleriyle bu burjuva devrimlerini kendi tarzında başaran, bir yandan sömürgeciliğin kalkmasından yararlanırken öte yandan Üçüncü Dünyayı kitlesel bir şekilde kentleştiren emperyalizm oldu.

Bu kentleşme gerçek sanayi ekonomileri kurulmadan gerçekleşti. Ama söz konusu ülkelerin burjuvalarının hiçbir zaman olmadığı kadar güçlü bir proleteryanın oluşmasına da katkıda bulundu. Bu anlamda bugün proleter devriminin nesnel koşullarının ortadan kalkmak bir yana, olgunlaşmış olduğu söylenebilir.

Bugün artık burjuva devrimini atlayıp geçmeye de gerek kalmamıştır. Yoksul ülke proleterlerine gelince, sanayileşmiş kapitalist ülke proleterleri gibi onların da yapacakları yoğun olarak bulundukları bütün büyük metropollerde iktidarı ele geçirmek ve proleter demokrasisini uygulamaktır.

* * * * * * * * *

Evet, emperyalist batının kaleleri 1973’te başgösteren ekonomik krizlerini Üçüncü Dünya’ya ve Doğu ülkelerine ihraç etmeye başladıkları sırada, Üçüncü Dünya ülkelerinin tümünde hızlı, fiziksel ve kitlesel bir proleterleşme yer aldı.

Bu gelişmenin sonuçları da kısa sürede görüldü. Filipinler gibi bir ülkede iki yıl önce büyük kitle gösterileri olması rastlantı değildi ve dağlarda onsekiz yıl süren gerilla mücadelesi (Komünist Partiye bağlı) rejimi sarsmayı başaramamışken, Amerikan ordusuna eski diktatör Markos’u terk etmeye karar verdiren 500 000 kişinin Manila sokaklarına dökülmesiydi.

Güney Kore’de, soğuk savaşın ürünü olan ve 36 yıldır batı kampının komünist denen kamp karşısında ileri karakolu görevi yapan bu yarım ülkede, ABD’nin en önemli üslerinden birini bulundurduğu bu ülkede geçen yıl yazın bir ay boyunca tüm ülkeyi ayağa kaldıran işçi grevleri dalgası görülmesi bir rastlantı değildi.

Fransız patronlarının uysallıkları ve düşük ücrete razı olmaları nedeniyle övdükleri Koreli işçiler bir anda dünyanın en dinamik işçi hareketi olmuş, öyle ki bize Fransız patronlarının umduğunun tersi yönde model olabilecek hale gelmişlerdi. Güney Kore’de yakın zamanda yaşanan olayları da, kentlilerin oranı ve proleterlerin oranının son yirmi yılda iki katına katlanmış olması, 1985’te toplam nüfusun yüzde 30’undan % 60’ına çıkmış olması ve bugün muhtemelen bu oranı da geçmesi) olgusundan ayıramayız.

Tüm bunlar 90 yıl önce çarlık Rusya’sında olup bitenleri garip bir şekilde hatırlatıyor. O zaman işçilerin, grevlerin olduğu kadar ve devrimci işçi hareketinin yükselişi, Rusya’da kapitalizmin gelişmesine yol açmış ve yüzbinlerce mujikin köklerinden kopup sanayi merkezlerine dolmasına ve 1905 devrimine yol açan değişimleri yaratmış, dönemin Avrupalı öncü işçi hareketini o denli etkileyen kendiliğinden kitle grevleri dalgasına yol açmıştı.

Bugünün tek farkı olayın en az aynı hızla ve çok daha büyük boyutlarda dünyada bir dizi ülkeyi aynı anda etkilemekte oluşu...

* * * * * * * * *

Ayrıca giderek daha hızlı bir ivmeyle kentleşen ve proleterleşen sadece Latin Amerika, Afrika ve Asya değil; SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleri de aynı gelişimin parçası.

Romanya gibi, kent nüfusunun son yirmi yılda neredeyse iki katına çıktığı ve Çavuşesku’nun polis devletine rağmen yıllardır rejimin boyun eğmek zorunda kaldığı bir dizi işçi grevi görülen (geçen yıl Random kentinde olduğu gibi neredeyse ayaklanmaya varan grevler dahil) ülkeler için de bu durum geçerlidir.

Ve elbette Polonya için, Romanya’dan daha önce sanayileşen ama yine de aynı yirmi yılda kentsel nüfusun % 50’den % 60’a çıktığı ve bu çıkışın sosyal ve politik sonuçları hepimizce malum Polonya için de geçerli.

Ve nihayet, SSCB için, bürokratik diktatörlüğün ümit kırıcı bir istikrara ulaştığı sanılan SSCB için de geçerli. Yirmi yılda, SSCB’de binden fazla yeni kent, yani bir o kadar sanayi merkezi oluşturuldu; mevcut kentlerin hızla büyümesinden söz bile etmiyoruz. Artık Rusların % 70’i kentlerde yaşıyor; oysa daha 1965’te yüzde 50’si kentliydi.

Ermenistan’da ve uzak Azerbeycan’da bile, "Dağlık Karabağ ulusal sorunu"ndan, Kafkasyanın birçok küçük halk ve bir o kadar da gerilla arasında paylaşıldığı 100, 150 yıl öncenin milliyetçi terimleriyle bahsedildiği bu ülkeler bile tamamen sanayileşmiş, devasa üretim birimleri olan yerler artık. Karabağ’da 3.000 kişilik bir fabrika küçük bir fabrika sayılıyor.

Ve Gorbaçov’u bu kadar kaygılandıran, Ermeni kitlesinin başına geçenlerin yerel bürokratik kliklerle karşı karşıya olan bütün Rus işçilerinin de katılabilecekleri demokratik taleplerine yansıttıkları eski milliyetçi formülasyonlar değil. Gorbaçov’u korkutan bu talepleri elde etmek için kullanılan özgül proleter silahı: grev, grevler. Gorbaçov’u bu kadar korkutan grevlerin, Ermenilerin seslerini duyurmak ve perestroykayı ciddiye almak
konusunda hiç de fena bir yöntem bulmadıklarını söyleyebilecek olan diğer Rus işçileri arasında yaygınlaşması, örnek olması...

* * * * * * * * *

Kuşkusuz gezegenimizde görülen bu kentleşmenin SSCB ve Doğu ülkelerinde, Kore’de (Güneyde olduğu kadar Kuzey’de de) ve başka bazı ülkelerde olduğu gibi heryerde nüfusun sanayi proletaryası haline gelmesiyle atbaşı gitmediği ve örneklerin çoğunda yeni gecekondu proletaryasının çoğunun işsiz olduğu ve daha çok yarı proletarya olduğu söylenerek karşı çıkılabilir.

Üçüncü Dünya’nın Proletaryası: Dünya Proletaryasının Tamamlayıcı Parçası Üçüncü Dünya’nın Sermayenin yedek sanayi ordusunun yeni birliklerini oluşturan bu proletaryasının marjinal ve yeterince politikleşmemiş olduğu söylenebilir mi?

Herhalükârda 1843’te İngiltere’de Engels’in anlattığı ve Marks’ın Kapital’i yazmasına ilham kaynağı olan ve burjuvazinin mezar kazıcısını gördüğü işçi sınıfından daha az ya da daha fazla değil. Ne var ki, bugün dünya ölçüsünde yaşanan ekonomik kriz koşullarında, emperyalizmin temel çelişkilerinden hiçbirini çözmeden varolmayı sürdürdüğü koşullarda, gezegenin yoksullarının bu kentleşmesi sadece patlayıcı bir karaktere bürünmüş oldu. Ayrıca, bu konuda da etrafına şöyle bir bakmak yeter. Aulnay ve Aubervilliers proleterleriyle Dakar, Abican, Kazablanka ya da Alger’in yoksul mahallelerinde yaşayanlar arasında ahlaki, siyasal ya da kültürel bir uçurum yok. Basitbir nedeni var bunun: Zaten bu yerlerde yaşayanların bir kısmını da onlar oluşturuyorlar.

Citroën fabrikasında on ya da on beş yıl çalışıp, Aulnay’de oturduktan sonra ülkesine dönüp Kazablanka’daki akrabalarını ziyaret eden Faslı bir işçi eski mahallesini tanıyamıyor; tıpkı bugünün Fransız işçisinin doğduğu banliyoyü tanıyamadığı gibi...

Fransa’da çalışan Senegalli işçinin Dakar’dan dönüp de şehrin merkezine 30 kilometre uzaklıktaki havaalanı yolunda tarlalar değil de, heryeri kaplayan binalar ve yol boylarınca uzanan gecekondu mahallelerini görmesi gibi...

Aslında Aulnay’den ayrılmak biraz da Dakar’da iki günde dikilmiş kulübelerde elektriksiz, kanalizasyonsuz bir Aulnay’i bulmak, dünyanın bütün proleter mahallelerindeki aynı mantığı bulmak demek: İster Santiago’nun ister Buenos Aires’in banliyölerinde olsun, çamurda yüzerken aynı anda yasak şantiye elektriğiyle televizyon seyredilebilir; Los Angeles’in, Chicago’nun ya da Washington’un gettolarında, hele Washington’da, çöplerin toplanmaması nedeniyle ve ortalığı sıçan kaplamaması için çöpler çatılara dökülür!

Hayır, kültürel uçurum artık eskisi kadar büyük değil.

Ve bunun tek nedeni yoksul mahallelere radyo ya da televizyonun kanalizasyon ya da sağlık altyapısından daha kolay girmesinde yatmıyor. Çünkü şunun şurasında birkaç yıl önce köyünden kopup Filns, Poissy ya da Billancourt’a gelen Malili ya da Fildişi kıyılı işçiler de artık memlekete döndüklerinde eski köylerini bıraktıkları gibi bulamıyorlar.

Ya da, buluyorlar ama nasıl? Abican gibi bir kentin gecekondu mahallesine yerleşmiş olarak... Ve orada eski köyde bir hayat boyu öğrenilemeyenler birkaç yılda öğreniliyor çünkü farklı en az bir düzine başka milletten insanla birlikte yaşanıyor. Burkinabe’den, Mali’den, Gine’den, Benin’den, Kongo’dan, Gana’dan iş aramaya gelmiş birçok insanın yanı sıra, Lübnanlı tacirler, eski sömürge döneminde oralarda yaşayan Fransızlardan daha kalabalık (yaklaşık 40 000) ama tıpkı Güney Afrikalı beyazların hiçbir zaman mahallelerinden dışarı çıkmadıkları gibi, mahallelerinden çıkmayan beyaz Fransızlar...

Çünkü ırk ayrımı sadece Güney Afrika rejiminin büyük kentlerine özgü bir şey değil. Toplumsal ırk ayrımı yani toplumun sınıflara bölünmesi zengin ya da yoksul dünyanın bütün büyük kentlerinde var.

Marks geçen yüzyılda Kapital’de kapitalist toplumun kaçınılmaz çelişkilerini tahlil ettiğinde, o dönem için cüretkar bir öngörü yapmanın ötesine geçmemişti aslında.

Bu öngörüler, birinci emperyalist paylaşım savaşından itibaren gerçek olmaya başladı. Ve giderek daha trajik biçimde doğrulanmaya devam etti. Ama her defasında proletaryanın yenilgileri kapitalist topluma yeni bir erteleme olanağı tanıdı. Bugün sınai üretimin yol açtığı olağanüstü teknik gelişme, kentleşme, modern iletişim ve ulaşım olanakları, transistör ve televizyon kadar uçak, gezegeni çok daha kalabalık olduğu halde çok daha küçük bir hale getirdi.

Marks’ın öngörüleri her zamankinden daha çok elle tutulur fiziksel gerçekler haline geldi.

Bir Toplumsal Krizler ve Devrimler Çağına Doğru

Dünya kapitalist krizinin ilk faturasını acı bir şekilde ödeyenler yoksul ülkeler oldu. Bu durum 80’li yılların başında Kahire’den Rio’ya, Sao Paolo’dan Tunus’a ve Kazablanka’ya dek (bu liste daha da uzatılabilir) bir dizi aç kitlenin ayaklanmasında ifadesini buldu.

O günden bu yana durum daha da ağırlaştı. Açlık nedeniyle ayaklananlar başka ülkelerde yerlerini, Haiti’de ve Filipinler’de, Kore’de ve bugün Birmanya’da olduğu gibi bir dizi toplumsal sarsıntıya bıraktı. Bu sarsıntılar Rusya’da 1905 ya da Şubat 1917’ninkilerden çok da farklı olmayan bir bağlamda toplumsal devrim sorununu gündem getirdiler.

Avrupa’nın dengeleri en hassas ülkelerinde, Romanya’da, Polonya’da Yugoslavya’da ve hatta İngiltere’de grevler çoğaldı. Ama beş altı yıldır dünya ekonomik krizinin öyle bir aşamasına girdik ki, emperyalist burjuva hükümetleri Amerika’nın sultası altında ve birbirleriyle mükemmel uyum içinde ekonomik krizin ikinci faturasını zengin ülkelerin yoksullarıyla yoksul ülkelere birlikte ödetmeye karar verdiler.

Bu farklı batı ülkelerinin burjuvaları işsizliğin baskısından yararlanarak kendi proletaryalarına karşı uyum içinde bir savaş yürütüyorlar; bugüne değin Üçüncü Dünya’ya özgü sayılan yaşam koşullarını tedricen kabul ettirme stratejisi bu. İşin aslan ağzında olması, "küçük yarım günlük geçici işler", düşük ücretler, işsizlik tazminatlarının ve başka koruyucu sosyal hakların azaltılması hatta ortadan kalkması...

Her konuda olduğu gibi Kuzey Amerika yine örnek oluyor; işsizliği ortadan kaldırmış gibi yapıyor: Yani bundan böyle yoksul ve evsiz barksız olanlar sadece işsizler olmayacaklar, işi olanların başına da gelebilecek. Çünkü bundan böyle ABD’de iş sahibi olup çok ama çok yoksul olmak mümkün.

Demek ki buradan televizyonda gördüğümüz 1.000, 10.000 kilometre uzakta olan grevler, bu devrim habercileri, zengin ülkelerin, Üçüncü Dünya’ya göre nüfusları daha az olduğu halde hâlâ dünyada ekonomik gücün dörtte üçünü ellerinde bulunduran bu ülkelerin işçi sınıfı için de bir zaman sonra gerçeklik haline gelebilir.

Bunun anlamı batılı işçi sınıfının Üçüncü Dünya’daki kardeşleri aleyhine evcilleştirilmesi döneminin, uzun sosyal sükunet çağının sona ermekte olduğudur. Reagan ve Gorbaçov’un karşılıklı kibarlıkları da kimseyi aldatmasın; ABD ile SSCB arasındaki mevcut yumuşama Yalta’nın ve sömürge çağının sona ermesinin mirası olan, patlama bölgelerini istikrara kavuşturma ve bir dizi çatışmayı çözme isteği, sadece bir tür siyasal ve sosyal Yalta’dan başka anlam ifade etmiyor. Büyük güçler arasında gelecekteki patlamalara karşı her iki tarafın kendi alanında jandarma rolü oynayacağı zaman karşısındakinin ellerini bağlamamayı taahhüt ettiği bir karşılıklı teminat antlaşması yani.

Bu da kuşkusuz SSCB’de olduğu kadar zengin Batı’da büyük bir sosyal istikrara güvenebildikleri oranda (ve ne zamana kadar güvenebilecekler?) mümkün.

Enternasyonalist Proleter Mirasın Bugün Ezilenlerin Saflarında Ortaya Çıkan Mücadeleci Kuşağa Aktarılması

Her geçen yıl bir ülkeden diğerine devrimci durumların ortaya çıktığı ya da devrimci duruma dönüşebilecek durumların ortaya çıktığı bu bağlamda, bir anlamda bütün dünyada kent proleteryasından çıkan yepyeni bir militanlar kuşağı, yeni bir devrimciler kuşağı doğuyor.

Bu kuşak köklerinden kopmuş, Şili’nin yoksul mahallelerinde düzenlenen gösteriler (protestas) sırasında ya da Cap ya da Johannesburg’un gettolarında grevler ya da gösterilerde, Manila, Seul ya da Rangun’da yine gösteri ya da grevler sırasında, Batı Şeria’da ve Gazze’de taşlı ayaklanmalarda hayatlarını vermeye hazır binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce genç proleterden oluşuyor.

Bu gençler aynı zamanda militan. Başkalarının yaşamının ve cesaretinin kendi yaşamlarına ve cesaretlerine bağlı olduğunu ve korkmaya hakları olmadığını biliyorlar. Tartışmasız bir şekilde her türlü devrimci fedakârlığa hazırlar.

Ama bu kuşak savaş sonrasının çeşitli milliyetçi akımları tarafından geliştirilen stalinci yöntemleri miras alan askeri-politik aygıtların yetiştirdiği, kadrolaştırdığı, devşirdiği bir kuşak. Bayrakları milliyetçilik. Kahramanlıkları "silahlı mücadele" ya da "terörizm".

* * * * * * * * * *

Troçki’nin döneminde varolan ve daha önce sözünü ettiğimiz kuşak stalinci yönetime rağmen çoğu kez kişisel olarak birinci düna savaşını izleyen devrimci fırtınaları yaşamış, o fırtınalarda ıslanmış, Lenin ve Troçki’nin önderliğinde Komünist Enternasyonal’in kurulmasına doğrudan katılmış bir kuşaktı ve bu kuşak tabii ki artık yok.

Ama dram şu ki, III. Enternasyonal’in onbinlerce işçi militanı, çoğu bilinmeyen, kariyeri olmayan ama yetkin olan militanlar stalinci bürokrasi tarafından yalan bir marksizm adına en kötü politikalara alet edildiler; bir yanda da işçi hareketi içinde leninist yöntemlerin karikatürleri olan araçlar kullanarak inançsız, kuralsız yöntemlerle hareket etmeye zorlandılar.

Dram şu ki, siyasal açıdan pusulasını yitirmiş, yoldan çıkmış pratiklere yönelen bu devrimci kuşak kendisinden sonra gelen kuşağa kendisini var eden ve aynı ideal için birleştiren leninist Enternasyonalin devrimci sermayesini aktarmaktan aciz kaldı.

O zamandan beri tarih kendi yolunu izledi. Sınıf mücadelesi durmadı. Başka militan kuşakları dünyanın hemen heryerinde eskilerin yerini aldılar. Ama her defasında siyasal düzeyleri düştü, yöneticileri giderek bir sınıf konumunu diğerine, komünist pozisyonları milliyetçi tutumlara, proleter tavırları burjuva
tavırlara değişir oldular; öyleki sonunda sınıf referansı tamamen yok oldu.

Bir yandan faşizm, bir yandan stalinizm, biri işçi hareketinin dışından, diğeri çok daha etkili bir biçimde içinden, ardından ikinci emperyalist dünya savaşının yok edici dalgası büyük ölçüde tarihsel işlevlerini yerine getirdiler: Kuşaklar arasına bir "sahipsiz toprak" yarattılar: Eski deneyimlerin artık aşamayacağı bir çöl.

Bugün Şili’den Güney Afrika’ya, Arjantin’den Filipinler’e ya da Polonya’ya, Azerbaycan’a, Ermenistan’a kadar farklı siyasal ve toplumsal mücadeleleri yürüten kuşak çoğunlukla proleterlerden oluşmakla birlikte, soyut bir referans anlamında bile proleter enternasyonalizminin anlamını, anısını unutmuş durumda.

Uygulamada tüm bir devrimci tarihsel deneyim düşünsel dünyalarından silinmiş durumda. Bu açıdan mevcut dünya işçi hareketi, elli yıl öncenin bile çok gerisinde bir siyasal aşamaya geri çekilmiş denebilir.

* * * * * * * * *

Gerçekte şimdiki militan kuşağın milliyetçiliği proleter bilinçlenme gibi kendiliğinden ya da doğal değil. Milliyetçilik bütün bu militanlar için ancak milliyetçi aydınlar onlara bir bayrak öneren tek güç olarak kaldıkları ölçüde bayrak olabiliyor. Ve proleter enternasyonalizminden dem vuran aydınlar, eğer varsalar, bu insanlara güvenebileceklerini söyleyerek düşüncelerini savunmadıkları için mümkün olabiliyor.

Geçerken bir örneğe değinmek istiyoruz. Djibaou gibi birinin Fransa’da Kanak’ları sırtlarından vurarak, Kanak davasına ihanet ederek Fransız emperyalistleriyle bir referandum imzalayabilmesi işte böyle mümkün olmuştur.

Çünkü Yeni Kaledonya’da kimse, o dönemde FLNKS militanlarıyla ayrıcalıklı ilişkileri olduğunu söyleyen LCR’li troçkistler bile, Kanakları Djibaou gibi bir milliyetçiden sakınmaları gerektiği konusunda uyarmamıştı.

Genç asileri ufuklarını kendilerinin ya da ana babalarının doğdukları ülkenin sınırıyla sınırlayan milliyetçi taleplere yönelmelerine olanak veren sadece ve özellikle gettolarda ya da gecekondu bölgelerindeki yaşam koşulları değil.

25 yıl önce Malcolm X şöyle diyordu: "Amerika’nın en korkulan Siyahı gettolarda yaşayandır; çünkü dini yoktur, ahlak nosyonu yoktur, yurttaşlık duygusu yoktur. Hiçbir şeyden korkmaz. Sürekli tatminsiz, coşkulu, heyecanlı bir kişidir, "harekete" geçmeye sabırsızdır. Ve neye girişirse girişsin sonuna kadar girişir". Milliyetçi bir siyah militan olan Malcolm X Gettoların Siyahı tiplemesinin Marks’ın proleter tanımını büyük ölçüde doğruladığının belki de farkında değildi.

Çünkü gecekondu ve gettoların bu proleterleri, sözcüğün gerçek anlamıyla proleterler, din, ahlak ve yurttaş olma konusundaki hayalleri bile ellerinden alınmış bu proleterler, sonuna kadar giden, vatanı, kaybedecek zincirleri olmayan ve kazanacak tüm bir dünyaları olan bu proleterler niye enternasyonalist davayı benimsemesinler?

Niye enternasyonalist bir eğitime milliyetçi bir eğitimden daha az yatkın olsunlar?

Niye Güney Afrika’nın kara kentlerde yaşamaya zorlanan Siyahları, özgürleşmelerinin Azania (milliyetçilerin Güney Afrikaya verdikleri ad) sınırları içinde gerçekleşeceğine inanmak zorunda olsunlar? Sanki Güney Afrika’nın Azania’ya dönüşmesi yoksulluk, sefalet ve hatta beyaz egemenliğini kırabilecekmiş gibi? Üstelik aynı Güney Afrikalı Siyahlar hemen diplerinde eski Rodezyalı milliyetçi Siyahların uzun bir silahlı mücadeleden sonra Rodezya’yı Zimbabwe’ye çevirdikten sonra bütün bu sorunları çözemediğini gördükten sonra...

* * * * * * * * *

1903’te, Varşova’nın sefil bir mahallesinde yaşayan yarı cahil ve zamanının yarısını işsiz geçiren bir musevi proleteri Bund ya da Bolşevik Partisi ya da Polonya Sosyalist Partisi ya da dönemin başka herhangi bir sosyalist eğilimi tarafından cesareti ve devrimci bağlılığı açısından fark edildiğinde (ve tabanda genç işçiler her zaman bu örgütler arasındaki farkları bilmiyorlardı), doğal olarak her politik grubun etkisi altındaki sendikalarda oluşturduğu eğitim kurslarına ya da konferanslara gönderilirdi. Ve sendikalar üzerinde etkili olma mücadelesi çok yoğundu.

Bu kurslarda başka ülkelerin sosyalist örgütlerinin nasıl yaşadığına dair bilgilerin öğretilmesine özel önem verilirdi. Enternasyonalizmden çok bahsedilirdi. Kısacası enternasyonalizm o dönemin militan ahlâkında vardı, bilinçli her işçi bu eğitimi derhal alırdı. Bir militanın enternasyonalistliğinden şüphe etmek hakaret, savunmak ise gurur vesilesiydi.

Genç sosyalist işçi eğitiminin kalan bölümünü genellikle çok çeşitli koşullarda cezaevinde yapardı. O zaman dendiği gibi oralar "devrimci üniversiteler"di.Sonra cezaevinden çıkıldığında yeraltı çalışmasına yeniden girişmek zorsa, ve gerekli ve denemeye değer görülürse parti sizi başka ülkelere yollardı.

Eldeki imkânlara, bağlantılara göre Fransa’ya, İngiltere’ye, Almanya’ya ya da İsviçre’ye geçirilirdiniz. Ondan sonrası biraz herkesin şansına göre yaşanırdı.

Ama devrimci işçi yeter ki istesin, siyasal çıraklığını tamamlama ve diğer Avrupalı yasal örgütlere bağlanma fırsatı vardı. Mutlak yoksulluğu tanıdıktan sonra burjuvalar gibi giyinmiş Alman militanlarının toplantılarına ilk kez giden (en azından Polonyalı militanlar onları öyle görüyordu) militanların farklı duygularla oldukça sarsıldıkları oluyordu.

Şaşkınlık geçtikten sonra halka açık toplantılar, seçim kampanyaları ve birçok başka yolla olabildiğince bilgi edinmeye çalışıyorlardı. Kuşkusuz moral bozukluğu, yalıtılma gibi siyasal göçmenliğin olağan aşamalarını zaman zaman yaşıyorlardı ama bütününde, Rusya ya da Polonya’ya döndüklerinde kişisel siyasal sermayeleri kesinlikle artmış oluyordu. Ve Troçki’nin dediği gibi enternasyonalizm yaşamlarının motor gücü haline geliyordu.

* * * * * * * * * *

Peki bu gün milliyetçi örgütlerin genç devrimcileri için işler nasıl yürüyor?

Bugün de Güney Afrika’da bile cezaevinde geçen günlerin devrimci üniversite görevi görmesi mümkün. Onlar orada yüzyılın başında devrimci sosyal demokratların öğrendiklerini öğrenmiyorlar. Fark işte burda. 70’li yılların Amerikan Siyah hareketi kısmen bu yolla cezaevlerinde adli suçlardan tutuklu genç siyahlara siyasal kültür vererek militanlar devşirmişti.

Gerçek fark başka yerde... Johannesburg’un yoksul bir mahallesinde, polis gözetiminde ve yarı yeraltı çalışmak zorunda olan gençsendikacı bir Siyah militan, kötü biten bir gösteriden sonra polisten kaçtığında izlediği göç yolu hiç de yüzyılın başındaki devrimcilerin izlediğine benzemiyor.

Genellikle tek çıkış yolu kaçmak için siyasal bir örgütün yeraltı şebekesinin yardımından yararlandıktan sonra Botswana’ya, Angola’ya ya da Zimbabwe’ye gitmek; Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ya da başka bir örgütün, askeri ve mali kaynakları SSCB, Çin, Çekoslovakya ya da Küba tarafından sağlanan askeri kamplarında eğitilmek... Güney Afrika’da siyah militanların yaşadıkları OrtaDoğuda Filistinli militanlar için de hemen hemen benzer şekilde geçerli. Kadroları 1968’de Sorbonne’da solcu fikirlerle tanışan Kanaklar bile 1984’te tek enternasyonal devrimci okul olarak Machoro ile birlikte Kaddafi’nin eğitim kamplarını gördüler.

Bazıları ek olarak, kuşkusuz bağlantıda olduğu Kanak Ulusal Sosyalist Kurtuluş Cephesi (FLNKS) militanlarına Kanak kültürel özerkliği dahil ama Djibaou ve benzerlerinden sakınmak hariç bir sürü şey öğreten LCR’nin ilave tavsiyelerinden de yararlandılar.

Milliyetçi askeri eğitim kamplarında yaşanan bu siyasal göç deneyimi, dünyanın beş köşesinden gelen gençler için enternasyonalizmi "hayatlarında motor güç" haline getiremez elbette.

Ama onları eğitenlerin hedefi de zaten bu değil. Çünkü 1988 yılında silahlı mücadelenin bürokratlarını ve uluslararası profesyonel askerlerini görebiliyoruz ama uluslararası devrim devrimci ideallerden silinmiş durumda.

* * * * * * * * *

Bu halimizle, kaç kişiysek biz troçkistlere düşen görev, eski devrimci deneyimleri yeniden katetmek; yani proleterlerin biriktirdiği deneyimi ve bilgiyi, enternasyonalizmi, militan kuşaklar arasındaki "sahipsiz toprağı" aşarak, dünya işçi hareketine 30’lu yıllarınkini aşan siyasal temellerde
yeniden harekete geçme olanağı sunmak...

Olmayacak dua mı? . Kuşkusuz. Uğruna kavgaya değer bütün insan girişimleri gibi. Çünkü Troçki’nin öldürülmeden önce bize devrettiği ve farklı troçkist grupların kısmen harcadığı siyasal miras günün gereklerine göre istendiği gibi uyarlanabilen bir formüller programı ya da doktrin değildir.

Troçki şöyle diyordu: "Bolşevizm, bir doktrin değil, proleter devrimin gerçekleştirilmesi için bir devrimci eğitim sistemidir." Troçkizm için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Ve bütün sorun burada yatıyor: Biz troçkistler militan ve devrimci eylemde Troçki’nin bahsettiği bu devrimci eğitimi bugün ezilenlerin saflarında ortaya çıkan mücadeleci kuşağa iletmek için yeniden bulmak ve icat etmek için gereken isteğe, kararlılığa, entelektüel ve siyasal cürete ve hırsa sahip miyiz?

IV- Göğüslenmesi Gereken Bir Meydan Okuma

Bugün mücadele eden enternasyonalist devrimciler olarak göğüslememiz gereken sorun şu: Tarihin sınamasına ve yolunu şaşıran ulusal devrimlere rağmen yapay olarak milliyetçiliği ilerici gibi gösteren yeni bir gelenek edinen bütün bu mücadeleci kuşağı enternasyonalist düşüncelerimize çekebilmek...

II. ve III. Enternasyonaller zamanında sınıf bilinci gibi enternasyonalizmin de aracı, taşıyıcısı işçi örgütleriydi. Bugün enternasyonalist mücadeleyi herzamankinden daha gerekli hale getiren emperyalizmin teknik ve ekonomik koşullarıdır. Öte yandan kitleleri kapsayan ya da başlarını çeken bürokratik ya da askeri aygıtların her zamankinden daha çok reddettiği şey de enternasyonalizm.

Gerçekte sorun hiç de yeni değil. Lenin de zamanında 1917’den çok önce, 1905’ten önce, onun deyimiyle bu "bombalı liberaller"in, dönemin zevkine uymak için kendilerine sosyalist-devrimciler diyen ve halkı halka rağmen mutlu günlere götürmek isteyen, proletaryaya yabancı bu militanların politikalarına karşı mücadele etmek zorunda kalmıştı.

Bugün dünyanın birçok ülkesinde devrimin gündemde olduğu noktada sadece bombaları değil aynı zamanda küçük askeri ve bürokratik aygıtları olan, henüz bu tür aygıtları yoksa kitleleri harekete geçirme ve liderliğini ele geçirme sanatına, bilgisine vakıf liberallerin politikasıyla mücadele etmek zorundayız.

Görevimiz tersine bir bilgiye ulaşmak: "İşçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır". Siyasal ve militan müdahalelerimize rehberlik edecek olan bu derin inançtır. Nerede olursak olalım. Ne koşulda olursa olsun, en alçakgönüllü mücadelelerde, Fransada bile.

Görevlerimizden biri kitlelerin harekete geçtikleri andan itibaren (ve birçok ülkede harekete geçiyorlar ve Fransa da geçecekler), reformist ve milliyetçi aygıtlarından ya da başlarına geçmek isteyenlerden kurtulmalarını öğrenmelerini sağlamak olmalı.

Çünkü bu insanlar, kaçınılmaz olarak, mutlaka bir zaman sözümona bir üst çıkar (mesela ulus ya da ulusun ekonomisi ya da ulusun dini adına onlara hizaya geçmelerini), burjuva düzeninin hizasına geçmelerini söyleyeceklerdir.

* * * * * * * * *

Görev, zayıf troçkist güçler ve onların arasında da bu görevin bilincinde olanlar açısından bakıldığında çok büyük. Ama gerçekleşeceği ana da belki her zamankinden daha yakınız. Çünkü nesnel koşullar aleyhimize değil, tersine. En azından 1902’de Lenin için olduğu kadar olumlu bizim açımızdan.

Hem öyle koşullardayız ki sorun kalabalık olmak değil, varolmak, sınıf ile bağları olmak ve ne istediğini bilmekte yatıyor. Ağustos ayında yaşanan Polonya grevlerini alalım. Walesa o güne kadar Jaruzelski rejimine karşı mücadele eden işçi sınıfının tam güvenine sahipti. Sonra batılı bürokratik işçilerin derslerini öğrenmekte gecikmeyen Walesa’nın nasıl grevdeki şantiyelere, maden ve fabrikalara gidip işçilere işbaşı yapmalarını söyleme turu attığını gördük.

Ülkede en az 20 000 grevci vardı ve Walesa bizzat kendisi ne kadar kararlı olduklarını söylemişti; Walesa’nın daha birkaç gün önce, 1980’dekilere göre çok daha mücadeleci olduklarını söylediği 20 yaşında gençler... Walesa sonunda onların karşılığında hiçbir şey almadan işe başlamalarını sağlamayı başardı hepimizin gördüğü gibi.

Ama grevciler herşeye rağmen işe başladılarsa Walesa’ya hâlâ güvendikleri için değil, hayır, bu nedenle işbaşı yapmadılar. Walesa geçtiği her yerde, en hafifiyle soğuk bir sessizlikle, genellikle de protestolar, hakaretler, düşmanca suskunluklar ya da öfke ve "ihanet" haykırışlarıyla karşılandı.

Ne ki işler genellikle böyle yürüyor. Öfke gözyaşlarıyla da olsa Polonyalı işçiler grevlerini durdurdular. En popüler liderleri onlara ihanet ederken, grevin devamını yönetmeye hazır, kendilerine daha yakın ve daha iyi denetleyebildikleri başka yöneticileri yoktu.

Gdansk’ta herşeye hazır yüzlerce genç grevci vardı kuşkusuz. Ama örgütlü, birbirlerine çelik bağlarla bağlı, Walesa’ların ne tür virajlar alabileceğinin farkında, gurur duyulan aynı proleter düşünceleriyle birbirine bağlı, çalışma arkadaşları arasında bu düşünceleriyle tanınan, ama aynı zamanda Dayanışma yönetimine yaptıkları eleştirilerle öne çıkmış birkaç düzine genç işçi yoktu, olsalar görürdük.

Kısacası Walesa’nın tabana karşı döndüğü anda, o birkaç düzine delikanlı orada değildi. İlerlemek ve "grevin devamı için yeni bir grev komitesi öneriyoruz; ve diğer bütün fabrikalardaki yoldaşlarımıza 1980’de olduğu gibi bize grev komitesi düzeyinde temsilcilerini göndermeye çağırıyoruz" demek, grevin yönetimine aday olmak üzere orada değildiler.

Değildiler çünkü Polonya’da küçük de olsa bu tür görevleri yerine getirecek en mücadeleci, en bilinçli öncüyü oluşturacak proleter devrimci örgüt yok. Polonyalı grevciler işbaşı yaptılar çünkü aralarından yeni bir yönetim çıkaramadılar; çıkarabilselerdi Dayanışma yönetimi 5 milyon üyesi üzerindeki ağırlığı birkaç gün içinde yitirebilirdi.

Hep aynı hikaye! İşçiler güçlü olduklarında (Polonyalı işçilerin Ağustosta oldukları gibi) ihanete uğrama tehlikesi daha fazla oluyor. Ama bu aynı zamanda, o zamana kadar azınlıkta olsalar da harekete geçen ve kararlılık gösteren bu işçilerin bir kısmını çekmeyi bilen, ne pahasına olursa olsun bu işçi gücüne galip gelmelerini sağlayacak hedefler vererek, bu gücü bölmeyi isteyecek herkesi açığa çıkaracak olan devrimcilerin de şansı... Kitlelerle birlikte kitlelerin başını çekme sanatı biraz da budur.

Görevimiz reformist aygıtların gücü ve yöneticilerinin itibarı gözönüne alındığında bazen aşırı büyük görülür. Ama tarihte hep harekete geçen işçilerin gücünün aygıtlarınkini aştığında bir an, hedefin elin eriştiği yere geldiği kritik bir durum gelip çatmıştır. Ve işçi sınıfının içinde mücadele eden ama bu tür durumlardan yararlanmayı bilmeyenler henüz devrimcilik mesleğini öğrenmemişler demektir.

Kuşkusuz tüm bunlar Polonya’da oldu. Ama Polonya’da olanlar yarın burada, Fransa’da da olabilir. Burada da Polonya’daki gibi ücretler konusunda genelleşen grevler yaşanabilir ve patronlarla ve siyasi personellerini korkutabilir. Burada da Walesa gibi "düşününce grev gerçekte iyi bir şey değil" diyebilecek bir Krasucki, bir Maire, bir Bergeron ya da benzerleri çıkabilir. Burada da sendika kartları yırtılıp yerlere atılabilir, ihanet çığlıkları duyulabilir. Ama bunlar yetmez.

Polonya’da olanların tersine devrimcilerin aynı zamanda yönetmek, oraya kadar gitmek, zorlamak, çalışma arkadaşları karşısında sorumluluklarını almak iradesi, isteği olmalıdır. Çünkü tam da bu koşullarda düşüncelerimiz, engel olmak bir yana sonuna kadar gitmemize olanak verirler. Evet bu mümkün. Düşüncelerimize, Marks’ın bize öğrettiği gibi, düşüncelerin kitleleri sardığı zaman güç olabildiğine ikna olacak kadar yeterince güveniyorsak, mümkün. Ama böyle bir zincirleme reaksiyonun olması için hâlâ bu düşüncelere sahip olanların onlardan hiçbir surette vazgeçmemesi gerekiyor.

* * * * * * * * * *
Demek ki ilk nokta her şeyden çok düşüncelerine sahip çıkmak:
- Komünist sosyalist devrimin tek mimarı proletarya olabilir.
- İşçi sınıfı, proleterlerin sınıfı, kaybedecek hiçbir şeyleri olmayanların, vatanı, savunacak mülkü olmayanların sınıfı sonuna kadar devrimci tek sınıftır.
- Proletarya kuşkusuz zafere ulaşmak için başka sosyal sınıflarla ittifak yapmalıdır ama onlarla ortak kavgaya girdiğinde bile onların peşine takılan bir yedek güç olmamalıdır.
- Sosyalist devrim tek bir ülkede patlak verebilir ama hiç bir ülke tek başına yaşayamaz. Çünkü burjuvazinin tarihsel rolü, aslında tek ilerici rolü, bugün de gördüğümüz gibi, sınırları yok eden bir ekonomi yaratmış olmasıdır. Ve sınırlar içinde yaşamak isteyen bir sosyalizm, ister devasa bir SSCB olsun, ister Çin gibi bir kıta ya da minik bir Küba, ancak bir sefalet sosyalizmi ve nihayetinde gerici bir ütopya olabilir.
-Emperyalist aşamasına varan kapitalizmin bir krizden diğerine, bir dünya savaşından diğerine geçerek, çelişkilerinin hiçbirini çözmeden varlık sürdürmesi neredeyse bir yüzyılı buldu

Kapitalizmin krizinin hemen hemen süreklilik kazanması ve dünyanın kimi zaman iyi kimi zaman yaşanmaz olması yüzyılın başından beri söz konusu. Çünkü bugün Berlin’de Meksika’dan daha iyi yaşanabiliyorsa, 1944-45 yıllarında müttefik uçakları Alman kentlerini bombaladığında Meksika’da yaşamak kuşkusuz Berlin’de yaşamaktan iyiydi. Dünyanın hiçbir yeri kendini kurtaramıyor. Geçenlerde gördüğümüz gibi dünyanın bir ucundaki Falkland Adaları bile... Kaçmak olanaksız.

Proletaryanın bütün talepleri geçerliliğini koruyor. Sadece dünya proletaryası ulusal sınırları kıracak güce sahip.
Sadece en ileri teknolojiye dayalı dünya çapında planlı bir ekonomi insanlığın tarihine ve evrimine egemen olma mücadelesinde yeni bir adım atmasına olanak verir. Bu, kâr amacı gütmeyen bir üretim, ihtiyaçların sınırı dahilinde, maddi ihtiyaçlarla gezegenin doğal kaynaklarının kullanımı arasında bir denge kuran, insanlığın bütününün sanatsal ve entelektüel ihtiyaçlarının sınırsızca gelişmesine olanak veren bir üretim olacak.

Emperyalist toplum ancak bir uçta patolojik karakterli bir bolluk ile, öbür uçta sefalet ve toplama kampı yoksunluğunu yaratabiliyor. İnsanlığın ilânihaye böyle yaşayabileceğini sanmak mümkün değil. Sudan’da açlık, Avrupa’da nadasa bırakılmış topraklar... ABD’de bir mevsim kuraklıktan yararlanarak zengin olan birkaç Arjantinli ihracatçı varken, Arjantin’de kaç yıldır doludizgin giden bir enflasyonun ardından paranın yeniden devalüasyonuyla sefalet acımasızca yerleşiyor.

Bütün bu eşitsizlikler, haksızlıklar, bir yanda yenilenen, değiştirilen kalpler, tıbbi araştırmalara hayır için ödenen paralar, bir yanda halkları birbirini öldürmeye gönderen diktatörlere ağır silahlar sağlamak için konan vergiler...

Bazı yörelerde halkları Ortaçağa geri döndüren ulusal sınırların sözünü bile etmiyoruz. Tüm bunlar ilelebet sürmeyecek, süremez.

* * * * * * * * *
Ve bireylerin, dünya ölçüsünde birkaç on bin bireyin rolü işte bu noktada belirleyici olabilir. Çünkü devrimci bir parti bir kitle partisi olamaz; devrimci bir parti ancak ve ancak devrim aracılığıyla bir kitle partisi haline gelebilir. Ve böylesi devrimci krizler dışında bireylerin, militanların, iradeciliğin rolü, önemli, belirleyici bir roldür. Kendilerini kritik dönemlerde bu devrimci azınlıklardan korumaya çalışan hakim sınıflar bu gerçeğin her zaman farkında oldular.

Devrimci bir parti, bir Enternasyonal... İşte sayısı birkaç on binle sınırlı bireylerin örgütü. Herhangi birileri değil, yaşamlarında gerçek bir amaçları olan insanlar, kısacası kitle örgütü haline geldiğinde başkalarının yozlaştığı noktada zaferi kazanmayı bilecek bir örgüt.
İşte hedefimiz bu.
Yaşasın Proletaryanın Enternasyonali!
Yaşasın IV. Enternasyonal!


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Yeni broşürler var, ilgini çekebilir   ?