Sinif Mucadelesi

BİR İŞÇİ DEVRİMİ İÇİN!

Pazartesi 19 Mayıs 2008

OSMANLI DÖNEMİ VE GERİ BIRAKTIRILMA SÜRECİ

Türkiye, her ne kadar yüzyıllar boyu Avrupa’nın büyük bir gücü
olmuşsa da, bugün emperyalist dünyada, geri bıraktırılmış bir
ülkenin tüm özelliklerini taşımaktadır.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıl devam eden etkinliği,
askeri güce dayanıyordu. İmparatorluk, feodal koşullarda yaşa
maya mecbur bıraktığı halklar üzerinde şiddetli bir diktatörlük
uyguladı. Padişahlık, bürokrasi ve ordu, hakim sınıfların deste
ğiyle ayakta duruyordu. Hakim sınıflar bu güçlerini, her an
patlayabilecek isyanlara ve diğer düşman askeri güçlere karşı
güvence olarak kullanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu, rejimini,
uzun bir zaman bu sayede devam ettirebildi. Siyasi krizler ise,
genellikle saray darbeleriyle sınırlı kaldı.

Osmanlı İmparatorluğu uzun süren bir durgunluk dönemi
yaşamıştır. Genel olarak tarım toplumu olan ülkede, burjuvazi
nin çok sınırlı bir rolü olmuştur. Büyük ticaret yollarının artık
Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları dışından geçtiği bir
dönemde, Avrupa burjuvazisi toplumsal gücünü ve
zenginliklerini arttırdı. Avrupa burjuvazisi sermaye birikimine
dayanarak hakim sınıfa dönüştüğü bu dönemde, kapitalizm
gelişerek dünya pazarını doğurdu. Dünya pazarına hâkimiyet,
Avrupa burjuvazinin temel gücünü oluşturuyordu. Halbuki
Osmanlı burjuvazisi, küçük ve dağınık parçacıklar halindeydi.

Osmanlı burjuvazisinin iktisadi ve siyasi gelişiminin
gecikmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun önce uzun bir yozlaşma
dönemine girmesine ve sonra da yok olmasına yol açmıştır.
İmparatorluğun 19’uncu yüzyılda geç ve cesaretsiz kalan reform
girişimleri onu kurtaramamıştır. Egemenliği altında tutmak
istediği halklar üzerinde uyguladığı şiddetli baskılar da bir
sonuç vermemiştir.

Avrupalı güçler bu ortamın sayesinde, İmparatorluğun
sınırlarını aştılar; kendi ordu ve tüccarlarını Osmanlı’ya
dayattılar; eyaletlerin ticaret ve mali sistemlerini kendi
denetimleri altına aldılar. Sonuçta Avrupalı burjuva güçler, tüm
İmparatorluğu denetim altına aldılar. Bu öyle bir denetimdi ki,
19’uncu yüzyılın sonunda İmparatorluk tamamen Batılı
bankaların denetimine geçmişti.

Birinci Dünya Savaşı, İmparatorluğu parçalamanın bir
işareti olmuştur. Galip devletler, savaş sonunda bir masa etrafı
nda toplanarak İmparatorluğu paylaştılar.

Tarihi açıdan zayıf, bağımlı ve hatta kendi geleceğini bile
göremeyen Osmanlı burjuvazisi, padişahlık sistemine karşı
çıkmakta aciz bir sınıftı. Bu nedenle de İmparatorluğu
dönüştürme çabaları, esas olarak ordu içindeki güçlerden
gelmiştir.

Küçük burjuvazinin çocukları ancak ordu aracılığıyla iyi
bir eğitim görebiliyorlardı. Askeri eğitim sayesinde Batı
düşüncesini tanımak mümkündü ve genç subaylar ülkenin geri
konumunu değerlendirme olanağına bu sayede sahip oldular.
Bu ortam, genç subaylar arasında milliyetçi ve modernleşmeci
fikirlerin gelişmesine neden oldu. Aynı zamanda ordu, bu genç
subaylara siyasi amaçlarını gerçekleştirme olanaklarını
sağlayacak bir güçtü.

Modernleşmeyi amaçlayan genç subaylar, silahlı ordu
gücüne dayanarak, yukarıdan, yani bir saray darbesi yoluyla,
İmparatorluk içerisinde bir burjuva devriminin görevlerine
yerine getirmeye çalıştılar. Yüzyılın başında ortaya çıkan
"Genç Türk" devrimi (1908), geç gelen bir burjuva devrimiydi.
Fakat bu devrim, feodal rejimi gerçekten dönüştüremedi ve
muazzam bir felaket demek olan Birinci Dünya Savaşını
engelleyemedi.

MUSTAFA KEMAL: ORDU İRADESİYLE GERÇEKLEŞEN BURJUVA DEVRİMİ

Kemalist hareketin doğması için gerekli zemini hazırlayan bu
koşullar ve özellikle, Birinci Dünya Savaşı olmuştur. Yani
savaşta Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilmesi, padişahlığın
tamamen yıpranarak İmparatorluğun paylaşılması ve Türkiye’nin
doğrudan sömürge olma olasılığı, Kemalizm’in ortaya çıkışının
maddi nedenleridir.

Ordu, İmparatorluğu parçalamak amacıyla içten ve dıştan
gelen baskılarla baş edememiş olsa bile, Türkiye’yi işgal eden
emperyalist devletlere karşı gelebilecek yeterli güç ve askeri
birikime sahipti. Üstelik emperyalist ordular bir yandan dünya
savaşı, Avrupa’daki devrimci ortamlar ve gelişen toplumsal
hareketler, diğer yandan farklı bölgelerdeki ulusal hareketlerden
dolayı zayıf düşmüştü.

Mustafa Kemal’in askeri iradeciliği, iç dinamiğiyle
gerçekleşemeyen burjuva devriminin yerine geçti. Mustafa
Kemal zafer kazanan güçlerin Anadolu’yu paylaşma ve
Boğazlara el koyma hesaplarını bozdu. Böylece emperyalist
güçler askerlerini geri çekmek zorunda kaldılar. Ardından
Mustafa Kemal reformlarını yasalar yoluyla gerçekleştirdi:
Padişahlığa son verdi; ulusal meclisi kurdu; harf reformu yaptı.

Tüm bunlar, Mustafa Kemal’in dayandığı ordu ve
laikleştirdiği devlet yönetiminin diktatörlüğü ile
gerçekleştirildi. Ordu, hem Avrupalı güçlerin işgaline son
vermiş, hem de burjuvazinin eleştirilerine fırsat tanımayıp, onu
rejimi desteklemeye zorlamıştır. Hatta ordu, bazı burjuvaların
özel çıkarlarına dokunsa bile, bu kesimleri, burjuvazinin genel
çıkarları temelinde ikna etmiş veya susturmaktan
çekinmemiştir.

Askeri diktatörlüğe dayalı rejim, Mustafa Kemal’in baş
lattığı reformları, halkın kendi çıkarına ve hesabına devam
ettirmesini, esas olarak halkı susturarak, engellemiştir. Üstelik
işçi örgütleri ve partileri kurmak isteyen militanlara karşı şidde
tli baskılar uygulanmıştır; örneğin Türkiye Komünist Partisi
(TKP) önderleri 1920’de öldürülmüştür.

Kuşkusuz Mustafa Kemal rejimi bir yönüyle burjuva
devrimlerinin devrimci döneminin (Jakoben) görevlerini yerine
getirmiştir. Fakat uyguladığı yöntemler, burjuvazinin devrimci
yöntemlerinden çok, yozlaşan emperyalizmin ve hatta faşizmin
yöntemleri olmuştur. Anayasanın önemli maddelerinin (141-
142), İtalya’daki faşist Mussolini rejiminden alınmış olması,
bunun bir göstergesidir.

KEMALİZM’İN SINIRLARI

Öte yandan Kemalist devrim gerçekleştiği dönemde, dünya
emperyalist güçler tarafından paylaşılmış durumdaydı.
Emperyalizm, bir başka burjuva güce, kendi hesabına büyüme
olanağı vermediği için, Kemalist devrim dar sınırlar içine
hapsolmuştur.

Mustafa Kemal emperyalist düzene karşı değildi. Onun
kanunlarına saygı duyuyordu ve işte bu nedenle, örneğin,
Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarını ödemeyi kabul etti.

Bu koşullarda Kemalist devrimin yapabileceği bir kaç şey
daha vardı: Başta Sovyetler Birliği’nin varolmasından
yararlandı. Bir de savaş sebebiyle emperyalizmin
zayıflamasından ve büyük devletler arası iç çelişkilerinden
yararlandı. Kısa bir süre sonra patlayan İkinci Dünya Savaşı
sayesinde ise, ekonomik kalkınma için gerekli olan birkaç temel
adımı atma olanağını elde etti; Türk burjuvazisi için bir gelişme
alanı yaratmaya çalıştı. Mustafa Kemal’in devletçiliği de, bu
çerçeve içerisinde yer almaktadır.

Daha çok Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla üretim ve
tüketim malları sanayisi kurularak, halk kitlelerinin ihtiyaçları
ucuz ürünlerle karşılandı. Diğer yandan ise, Türk burjuvazisine
ucuz kredi, sermaye, ham madde ve işgücü sağlandı. Böylece
burjuvazinin zenginleşmesine maddi zemin hazırlandı. Kemalist
devletçilik, tüm köşelerin tutulduğu dünya pazarında bir çok
engelle karşı karşıya kaldı. Halk kitleleri yoksul olduğu için de,
iç pazar büyüyemiyordu. Kemalist rejim emperyalizmin para
kaynaklarına muhtaç kaldı ve emperyalizmin etki alanına girdi.

Mustafa Kemal, Osmanlı burjuvazisini vahim bir
durumdan kurtarmıştır. Ona sınırları çizilmiş ulusal bir devlet
sağlamıştır. Fakat tam bağımsızlık iddiasını
gerçekleştirememiştir.

Sonuçta Türk burjuvazisi, emperyalizmin bölge çıkarlarını
koruduğu oranda elde ettiği kırıntılarla geçinen, emperyalizme
bağımlı bir burjuvazi olarak kalmıştır.

Kemalizm, hakim sınıfların ülke içindeki imtiyazlarına
dokunmamıştır. Diktatörlük rejimi, bazı yüksek din
adamlarının ve feodal ağaların ayrıcalıklarını sınırlamakla
yetinmiştir. Hakim sınıflar gerek köylerde, gerek şehirlerdeki
kitleleri yüzyıllardır yoksulluk içinde yaşatan sömürücü siyase
tlerini sürdürmeye devam etmişlerdir.

Türk burjuvazisi, geri kalmış ülkelerin burjuva sınıflarının
özelliklerini taşımaktadır: Sanayiye yatırım yapmak yerine
emlak ve toprak vurgununa yönelmiştir. Hatta tefeciliği tercih
etmiştir. İç pazarın yetersizliğinden kaynaklanan sermaye
birikimi eksikliğini, kitleler üzerindeki sömürüsünü arttırarak
gidermeye çalışmıştır.

EMPERYALİZMİN YEREL TEMSİLCİSİ

Kemalizm’in gerçekleştirdiği reformlar, Türk burjuvazisine ve
uluslararası burjuvaziye, esas olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra yaramıştır. Türkiye, emperyalizm için can alıcı bir bölge
olan Ortadoğu ve Yakındoğu’da yer alıyor. Emperyalizm için
Türkiye, krizlerin yaşandığı, ulusal hareketlerin büyük devle
tlere karşı tavır koyduğu bir dönemde, hem eski SSCB’ye hem
de İran-Irak-Suriye ve Mısır gibi devletler karşısında, İsrail’den
sonra en istikrarlı ülke olduğu için değerlidir.

Bir NATO üyesi olan Türkiye, Kore Savaşı sırasında
ABD tarafından savaşa katılmış, Bağdat Paktına imza atmıştır
ve her olayda emperyalist kampa sadık kalmıştır. Bu nedenle
Türk rejimi emperyalizmin, özel olarak da ABD emperyalizmi
nin yakın ilgisiyle karşılaşmıştır. Bol bol askeri yardım almış;
yabancı sermaye yatırımlarından yararlanmış ve para desteği
görmüştür. Türkiye, stratejik konumundan ve girdiği ilişkiler
den dolayı, ABD’nin ve Batı Avrupa’nın bölgedeki temsilciliği
ni üstlenmiştir. Emperyalist güçler için Türkiye, istikrarlı bir
ülke, güvenilir bir ordu ve sadık bir müttefik olmuştur.

Sonuç olarak Kemalizm’in tarihi rolü, sağlam bir ulusal
devlet ve mümkün olduğu kadar istikrarlı bir siyasal rejim
kurarak, Türk devletinin olanaklarını emperyalizmin hizmetine
sunmak olmuştur.

Türk burjuvazisi Kemalist mirasta varolan, fakat kendisi
için engel olabilecek yönleri silkeleyip atmaktan çekinmemiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Mustafa Kemal’den İnönü’ye
miras kalan Tek Partili Dönem’e son verilmiştir. Fakat yeni çok
partili dönem, kitlelere değil burjuvaziye yeni özgürlükler
getirmiştir. Burjuvazi, şehirlerdeki ve köylerdeki en gerici
küçük burjuva kitlelere dayanarak -bu kitleler Kemalist rejimi
zorunlu bir bela olarak görmüşlerdir-, 1950 seçimlerinde Demo
krat Parti’yi (DP) iktidara getirmiştir. DP’nin kuruluşuyla bir
likte, burjuvazinin liberal kesimleri ön plana çıkmıştır.

Parlamenter görüntü veren bir rejimin kurulması, sınırsız
mevki ve rüşvet ihtirasıyla yanan, devlet ihalelerine göz diken
burjuvazinin ve bürokrasinin eliyle gerçekleşmiştir. Bu nedenle
DP hükümetleri ve ondan sonra iktidara gelenler, devlet üst
düzeyinde açıkça ve hiç çekinmeden yolsuzluk yapmışlardır.
Daha önceleri bu tür yolsuzluklar, askeri yöneticilerin denetimi
altında yapılabiliyordu ve askerlerin koyduğu sınırların dışına
çıkılmıyordu.

BURJUVA DEMOKRASİSİ VE ASKERİ DİKTATÖRLÜK

Türk burjuvazisi tehlikeye girdiğinde, özel olarak işçi sınıfı
tarafından tehdit edildiğinde, tekrar tekrar (1960, 1971 ve 1980)
askeri diktatörlüğe başvurmuştur. 1960’ta Menderes’e karşı
askeri darbeyi gerçekleştiren askerler kendilerini Kemalizm’in
savunucusu, liberal kapitalizmin çok ileri gitmesine karşı olan
ve sınıflar arası -tabii ki burjuva sınıfının lehine-, belirli bir
denge isteyen kişiler olarak tanıttılar.

Fakat 1971 ve 1980 darbeleri toplumsal huzursuzluğun
büyük olduğu bir ortamda gerçekleştiği için -ordu yöneticileri,
yine Kemalist olduklarını, sınıflar arası bir uyum ve adalet
savunucuları olduklarını iddia etmelerine rağmen-, açıkça işçi
düşmanı tavırlarını sergilediler.

Böylece ordu, burjuva düzeninin -özellikle işçi sınıfı
nedeniyle- her tehlikeye girdiğinde müdahale edip Türk burju
vazisinin yardımına yetişmiştir. Askeri diktatörlük dönemleri
dışında bile, Türk burjuvazisinin özgürlükçü olma iddiaları,
kendi özgürlükleriyle sınırlı kalmıştır. Burjuvazi, halk kitleleri
nin özgürlüklerine hep sınır çizmiştir; eylemlerinden dolayı
giderek korktuğu işçi sınıfına ise, çok sınırlı tavizler vermiştir.

İkinci Dünya Savaşı’na kadar çok yavaş büyüyen işçi
sınıfı, 1950’li yıllardan sonra hızlı bir şekilde büyümüştür.
Emperyalizmin Türkiye’yi Ortadoğu, Balkanlar ve Karadeniz
bölgelerindeki çıkarlarını korumakla görevlendirmesiyle bir
likte, Türkiye’de montaj sanayi temelinde bazı yatırımlarda
bulunmuştur. Bu yatırımlar, emperyalist tekellerin ortak olduğu
ve denetim altında tutukları şirketler aracılığıyla yapılmıştır
(General Motors, Ford, vb.).

Her ne kadar da Türkiye’deki büyük sermaye çevreleri
bağımlılıktan kurtulamamış olsa bile, Koç ve Sabancı gibi
büyük Türk sermaye grupları oluşmuştur. Türk burjuvazisi
düşük ücretlerden yararlanarak, Avrupa’ya, Akdeniz ülkelerine,
Yakındoğu ve Ortadoğu ülkelerine ucuz ürün, özellikle tekstil
ürünleri ihracatı yapmıştır.

Toplumsal sınıflar içinde çok az bir yer tutan işçi sınıfı,
montaj sanayi sayesinde hızla çoğalmıştır. Atölyelerde çalışan
işçilerin dışında, metal, petro-kimya, maden ve tekstil işkolları
nda yoğunlaşan büyük işçi merkezleri ortaya çıkmıştır. İşçi
sınıfı, emekçilerin yoğunlaştığı bu merkezlerde mücadelecili
ğini ortaya koymuştur.

Rejim, ABD’nin yol göstericiliğiyle, devletin denetiminde
bir sendika bürokrasisi oluşturmuştur. Türk-İş’in yönetim
kadrosu 1950’de oluşturularak emekçilerin resmi temsilcileri
yapılmıştır. Emekçiler tüm istekleri için Türk-İş’e başvurmak
zorunda kalmışlardır. Böylece devlet, ön tedbir alarak bağımsız
bir sendikal hareketin önünü kesmiştir. Fakat Türk-İş, iktidar
larla çok açık işbirliği içinde olduğu için, işçi sınıfını uzun süre
aldatamamıştır. İşçi sınıfı sendikal alanda da etkisini ortaya
koymuştur.

BURJUVAZİ VE İŞÇİ HAREKETİ

İşçi sınıfının 1960 ile 1970 yılları arasında ortaya koyduğu
mücadelecilik, bir çok grevin gerçekleşmesine ve DİSK’in
kurulup güçlenmesine yol açmıştır. Burjuvazi, devletin ve sağ
hükümetlerin yardımıyla gelişen silahlı sivil faşistlerin
yardımıyla işçi hareketine karşı koymaya çalışmıştır.
Burjuvazinin siyasi tepkileri giderek artmıştır. Haziran 1970’de
DİSK’in yasaklanma istemi, biraz bile olsa bağımsız bir
sendikal harekete karşı hoşgörünün ne kadar sınırlı olduğunu
göstermiştir. DİSK yöneticilerinin, bu yasaklama kararı
karşısında yürüyüşe geçen emekçilere eylemlerinden
vazgeçmeleri için çağrıda bulunmaları, Türk burjuvazisine
gereken cevabın verilmesinde aciz olduklarını ortaya
koymuştur.

Türk burjuvazisi her gerektiğinde işçi sınıfına karşı sınıf
mücadelesi vermekten hiç çekinmemiştir. Burjuvazi ülkenin
belirli bölgelerinde ve hatta bir ara tüm ülkede kanlı katliamlara
başvurmaktan çekinmemiştir. 1977’de Taksim’de 1 Mayıs
mitingine düzenlenen silahlı saldırı, bunlardan sadece bir
tanesidir. Hatta belirli zaman için bile olsa, askeri darbe yoluyla
tüm sendikal ve siyasi haklar yasaklanmıştır.

Türk burjuvazisi, grevleri ve sendikaları denetim altına
almak istemiştir: Haziran 1970’de DİSK’in kapatılmak istenmesi
veya 1982 Anayasasıyla grev hakkının sınırlanması ve baraj
sisteminin getirilmesi bunun örnekleridir. Burjuvazi işçi
sınıfının toplumsal ve siyasi hayatta eylemleriyle giderek yer
almasını ve artan isteklerini sendika bürokrasisi ve devlet
denetimiyle sınırlamak koşuluyla kabul etmiştir. Burjuvazi işçi
sınıfına ekonomik yönden verdiği tavizleri, enflasyon ve işten
çıkartmalar aracılığıyla geri almaya çalışmıştır. Sözde
demokratik haklar, sadece parlamenter demokrasinin serbest
olduğu dönemlerde geçerli olmuştur.

Emperyalizmin dünyaya hakim olduğu bir dönemde, geç
ve sınırlı bir büyüme gerçekleştiren Türk burjuvazisi, işçi
sınıfına verebileceği tavizlerin ne kadar sınırlı olduğunu ortaya
koymuştur. Geri kalmış bir ülkenin burjuvazisi olarak Türk
burjuvazisi, emperyalist ülke burjuvazilerinin olanaklarına
kavuşma şansına sahip değildir. Burjuvazi işçi sınıfına ve halk
kitlelerine daha çok siyasi özgürlük, demokratik hak, daha
yüksek gelir ve daha iyi bir hayat şartları vermekten acizdir.

Askeri diktatörlük ile burjuva parlamenter rejim karikatürü
arasında değişen ve sürekli işçi düşmanı hükümetler oluşturan
Türk burjuvazisi, ülkeye getirebileceği demokrasinin sınırlarını
da gösteriyor.

KÜRT ULUSU VE DİĞER AZINLIKLAR

İktidarın işçi sınıfına karşı uyguladığı baskılara, rejimin başı
ndan beri Kürt halkına ve azınlıklara karşı uyguladığı baskıları
eklemek gerekiyor.

Türk Kurtuluş Savaşı, burjuva devrimlerinin, bazı demo
kratik yönlerini ve bir dereceye kadar geçerli olan toplumsal
kurtuluş yönünü neredeyse hiç içermedi. Kurtuluş Savaşı’nı
yöneten ordunun da başında koyu bir diktatör vardı. Yöneticile
rin kitlelere ihtiyaçları vardı. Fakat hiçbir şekilde, kitlelerin
değerlendirebileceği bir boşluk bırakmak istemiyorlardı. Bu
açıdan uygulanan yöntemlerden bir tanesi de Kurtuluş
Savaşı’nın toplumsal yönüne değil, milliyetçi yönüne ağırlık
verilmesi olmuştur.

Örneğin Anadolu’daki Rumların bir kısmının zafer
sırasında katledilmeleri ve geriye kalanların da göçe
zorlanmaları bu hedef şaşırtmasına yaramıştır. Emperyalizme,
sömürücü özünden dolayı karşı çıkmayan ve onunla belirli bir
seviyede işbirliği yapmak isteyen Kemalizm, yoksul kitlelerin
ezilmişliğinden gelen öfkelerini, süper güçlerin kuklaları olan
diğer yoksul kitlelerin üzerine yönlendirmeyi bilmiştir. İşte bu
Yunan düşmanlığı, bugüne kadar rejimin her başı zora
girdiğinde ve kitleleri bir ulusal birlik yaratarak peşine takmak
istediğinde başvurduğu bir yöntemdir. Bu ise, Türkiye’deki
siyasette çok gerici bir rol oynamaktadır.

Kemalizm ve onun devamı olan rejimler, diktatörlüklerini
kabul ettirebilmek için sürekli azgın bir milliyetçiliğe
başvurmuştur. Rumların katledilmesinden ve geriye kalanların
da sürülmesinden sonra, milliyetçiliğin baş hedefi Kürt halkı
olmuştur. Mustafa Kemal önceleri savaşını kazanmak için
Kürtlerin yardımına başvurmuştur. Ama sonraları onlara
saldırmıştır.

Kemalist Türkiye sınırları içerisindeki en önemli halk
olan, Doğu Anadolu’daki Kürtler, Irak ve İran’daki Kürtlerin
özerklik hareketlerinden etkilenme olanağına sahip oldukları
için, rejimin sürekli hedefi olmuştur.

1924 ile 1939 yılları arasında 15 yıl boyunca Kürtlerin
isyan girişimleri kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu baskılar
aynı zamanda rejimin milliyetçi ve askeri baskı siyaseti için bir
neden olarak kullanılmıştır. Bugün uygulanan yöntemler yine
eski yöntemlerdir. İşçi sınıfına karşı özgürlük tanımayan
bugünkü rejim, Kürt halkına karşı da hiç bir özgürlük
tanımıyor.

1984’ten sonra Kürdistan’da yeniden başlayan savaş,
rejimin tüm baskıcı yönlerini, asker ve polis baskısını daha da
arttırmıştır. Burjuvazinin liberal kanadının daha yumuşak bir
rejim çabaları hep boşuna çıkmıştır. Kürt halkının doğal
haklardan biri olan anadilini konuşabilme özgürlüğünü bile
veremeyen Türk burjuvazisi, devlet aygıtının ve ordunun
oluşturduğu garantiye çok ihtiyacı olduğu için, onları
kızdırmak riskini bile göze alamamaktadır.

TEK ÇÖZÜM: İŞÇİ SINIFININ DEVRİMİDİR

Türk burjuvazisi için Kemalizm, işçi sınıfının doğrudan tehlike
oluşturmadığı ve emperyalizmin zayıfladığı dönemde bir fırsat
olmuştur. Fakat sonuç değişmemiştir: Emperyalist çağda, ne
Türkiye’de ne de başka bir ülkede, burjuvazinin bağımsız ve
ulusal temelde gelişme olanağı yoktur. Çağımızda tek ve
gerçek devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. Tüm insanlığa sefaletten ve
açlıktan arınmış bir geleceği, ancak işçi sınıfı verebilir. Bunun
için gerekli tüm teknik ve maddi olanaklar vardır. Bu olanaklar,
son 200 yılda ve kapitalist sistem tarafından geliştirilmiştir.
Kapitalizm ve sermaye uzun zamandan beri uluslararasıdır.

Kapitalist sistemin dünya egemenliği, üretici güçleri kâr
ekonomisine mahkûm ediyor; onu eski çağlardan kalan ulusal
sınırlar içine hapsederek, insanlığın ilerlemesine engel oluyor.

İnsanlığı bu engelden kurtarmak gereklidir. Bu görevi ise,
ancak işçi sınıfı gerçekleştirebilir. İşçi sınıfı, dünya devrimiyle
kapitalist sınıfı yıkarak, dünya çapında sosyalist ekonomiyi
gerçekleştirip komünizme doğru ilerleyebilir.

Türkiye’de kapitalizm burjuvazinin iç dinamiğiyle gelişme
miştir. Türk burjuvazi çok zayıf olduğu için, ülkeye kapitalizm
emperyalizm tarafından getirilmiştir. İşçi sınıfı ise, uluslararası
işçi sınıfının bir parçası olarak gelişmiştir.

Bizce işçi sınıfının mücadelesi, dünya çapında ve işçi
sınıfının sosyalist devrimi hedefiyle olmalıdır. Eğer şartlar
elverişliyse, işçi sınıfı diğer halk kitlelerinin (şehir ve köy
yoksullarının) desteğiyle siyasi iktidarı ele geçirmelidir. Böyle
bir mücadele, diğer ülkelerde de işçi sınıfının iktidarının gerçe
kleşmesi için bir ileri adım, bir olanak oluşturabilir. Dünya
devrimini diğer ülkelere yaymak için, aktif bir başlangıç nok
tası olabilir.

Burjuvazinin ve tüm hakim sınıfların Türkiye’deki büyük
çoğunluk üzerinde kurdukları diktatörlüğe karşı işçi sınıfı,
şehir ve köy yoksullarının desteğiyle iktidarını gerçekleştirip,
burjuvazinin elinden ekonomik ve siyasi iktidarı almalıdır. İşçi
sınıfının, şehir ve köy yoksullarıyla birlikte, burjuva sınıflara
karşı uygulayacakları bir diktatörlük, gerçekte halk çoğunluğu
için demokrasi olacaktır.

Çünkü bu iktidar Türkiye’de hiç yaşanmamış bir şekilde
kitlelerin denetiminde, emekçilerin kendi ellerinde olacaktır. Bu
nedenle de, bugünkü burjuva demokrasisiyle kıyaslanamayacak
genişlikte bir demokrasi kurulacaktır. İşçi iktidarı toplumu tüm
baskılardan arındıracaktır. Tüm halklara ve azınlıklara
varlıklarını sürdürme hakkını tanıyacaktır. Tabii ki bu, bugüne
kadar en çok baskı gören, başta Kürt halkı için geçerlidir ve
Kürt halkı isterse, ayrılma hakkına sahip olacaktır.

Eğer işçi iktidarı ülkenin sınırları içinde kalırsa, sadece
kısa bir süre yaşayabilir. Burjuvaziye karşı kesin bir zafer işçi
devriminin tüm dünyaya yayılmasıyla gerçekleşebilir.
Sosyalizm ancak, kapitalizmin geliştirdiği ve emperyalizmin
sanayi merkezlerinde yoğunlaşmış olan, dünya çapında
belirleyici sanayi üretiminin ele geçirilmesiyle mümkün olabilir.

Bizler, 1917 Rus Devrimi gibi, Türkiye’de gerçekleşecek
devrimi dünya devriminin bir parçası olarak görüyoruz. Bu
devrim Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadele
arkadaşları olan diğer Üçüncü Dünya ülkelerindeki ve
emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının vereceği bir mücadelenin
başlangıç noktası olmalıdır

Türkiye’de gerçekleşebilecek bir işçi sınıfı devrimi
kaçınılmaz olarak diğer komşu ülkeleri de etkileyecektir. Bu bir
örnek teşkil edeceği için, doğal olarak Irak’ta, İran’da ve hatta
tüm Ortadoğu’da ve Balkanlar’da yankıları olacaktır. Hatta daha
uzak ülkelerde ve hatta emperyalist ülkelerdeki proletarya
arasında yankıları olacaktır. Eğer Türkiye proletaryası etkin ve
kararlı bir siyaset izleyip diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerine,
devrimi dünyaya yaymak için seslenmesini bilirse, emin
olmalıyız ki, kesinlikle tek başına kalmayacaktır.

SİYASİ SEÇENEKLERİMİZ

Seçtiğimiz yol, yukarıda söylenenlerden kaynaklanıyor. Bizler
bolşevizmi, Ekim 1917 Rus devrimini, Komünist Enternasyo
nal’in ilk yıllarını, Lenin ve Troçki dönemini ve bu geleneği
sürdüren, Stalinist yozlaşmaya karşı hem III. Enternasyonal
içerisinde hem de dışında mücadele eden Sol Muhalefeti deste
kliyoruz. Bu ise bizi, bugün Türkiye’de var olan birçok siyasi
akımdan ayırıyor.

Bugün kendilerine sosyal-demokrat diyen CHP ve DSP
gibi partiler konusunda ısrar etmeye hiç de gerek yoktur. Bu
partilerin diğer partilerden tek farkı, seçmen kitlelerinin özel
likle halk kitlelerinden ve şehir küçük burjuvalarından
oluşmasıdır. CHP ve DSP burjuva partilerdir ve onlarda
Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin sahip olduğu işçi kökleri
bile yoktur.

Türkiye’de komünist hareket Rus devriminin hemen
ardından ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfı sayısal olarak çok az
olmasına rağmen, mücadeleci bir geleneği olduğu için
Komünist hareket buna dayanabilirdi. Fakat Mustafa Kemal’in
siyaseti ve baskıları onun gelişmesini engellemiştir. Sonradan
harekete katılan militanlar ise 1917 devriminin işçi sınıfı
gelenekleriyle değil, devrime ihanet eden Stalinizm tarafından
yetiştirildiler. Bu ise Türkiye komünist hareketinde derin izler
bıraktı.

Bugün Stalinizmden vazgeçen Komünist Parti kökenli
akımlar, açıkça reformist oluyorlar; mevcut düzen içerisinde
siyasi bir köşe tutmaya çalışıyorlar. Bu, umutlu olmayan bir
çabadır, çünkü burjuvazinin onlara tanıyacağı böyle bir olanak
yoktur ve zaten burjuvazi böyle olanaklar vermek istemiyor.
Bugün proletaryanın devrimci militanlarının yapması gereken
mücadele bu değildir. Çünkü işçi sınıfının kurtuluşu ancak
burjuvazinin ve emperyalist dünya düzeninin yıkılmasıyla
mümkündür.

Kemalizm’den kopan başka siyasi akımlar ise, II. Dünya
Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Üçüncü Dünyacı ideolojilerin
etkisinde gelişip Maoizme, Kastroculuğa ve Guevarizme
kaymışlardır. Milliyetçiliğe yeni ve radikal renkler katarak, ona
daha devrimci, hatta Marksist görüntüler verdiler. Fakat
kesinlikle milliyetçi çizgilerinden vazgeçmediler veya bundan
sözde vazgeçtiklerinde bile, enternasyonalizmi şekilsel ve
Stalinist bir şekilde kavradılar.

Stalinist reformizm ile devrimci milliyetçilik akımları
birbirlerini karşılıklı etkiliyorlar ve demokratik reformizmden
tutun da gerilla hareketine ve halk iktidarını kurmak için silahlı
mücadeleyi savunan hareketlere kadar varan, geniş bir yelpaze
içerisinde yer alan, bir çok örgüt ortaya çıkıyor.

Fakat gerek halk iktidarı gerek işçi iktidarı için mücadele
ettiklerini iddia etmelerine rağmen, aslında sadece kendi
örgütlerinin iktidarını hedefliyorlar. Kesinlikle devrimci
proletaryanın güçlenip, bir sınıf olarak iktidarı ele geçirmesini
istemiyorlar.

Aşırı solun gerilla hareketi ise, kendi arzularını işçi
sınıfının duyguları olduğuna inanıyor ve küçük burjuvazinin
hiç bir çıkışı olmayan, çaresiz yolunu temsil ediyorlar. Bu
akımların iktidara gelebilmeleri olasılığı çok azdır. Fakat buna
rağmen iktidarı ele geçirirlerse, oluşturacakları iktidar işçi
düşmanı olacaktır.

Reformist akımlardan gerilla hareketine kadar uzanan
geniş yelpazeyi, bazı farklılıklarla Kürt ulusal hareketinde de
görüyoruz. Kürt hareketi uzun zaman -Irak ve İran’da olduğu
gibi-, aşiret reislerinin -ki bunların ufukları genelde aşiretlerini
ve aşiret alanını geçmiyordu-, önderliğinde kalmıştır.

1960 ve 1970’li yıllarda toplumsal gelişmelerin sonucu ve
solun gelişmesi kendini Kürdistan’da da hissettirmeye
başladığında modern bir milliyetçilik doğmuştur. Bu
milliyetçilik, farklı Türk sol gruplarının ideolojilerinden
etkilendiler ve mücadele yöntemlerini Üçüncü Dünya
ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketlerinden aldılar.

1980 darbesinden sonra Türkiye’deki rejimin daha da
baskıcı olması -ki aslında bu darbeden önce başlamıştı-, Kürt
küçük burjuvazisinin bir kısmını ve genelde Kürdistan’daki
halkı -mecbur kaldıklarından dolayı-, ulusal mücadele saflarına
itti. Bu bölünme, 1984’ten sonra PKK’nin gerilla hareketini
başlatmasıyla ve askeri operasyonların yoğunlaşmasıyla daha
da arttı. Öyle ki Kürt halkı ya bir tarafta ya da diğer tarafta yer
almak zorunda kaldı.

Bizler, işçi sınıfının devrimcileri olarak, Kürt halkının
kaderini tayin etme hakkını ve başta kendi ana dilini konuşma,
yazma ve okuma olmak üzere kendi varlığını sürdürme hakkını
tamamen savunuyoruz. Bizler Türk rejiminin Kürdistan’da
uyguladığı baskılara ve savaşa karşıyız ve Kürt halkına karşı
yapılan baskılarda, Kürt halkından yanayız.

Fakat bu, bizim Kürt halkı arasında yer alan temel
örgütlerden, özel olarak PKK’den -ismi Kürdistan İşçi Partisi
olmasına rağmen hiç de işçilerin çıkarlarını savunmuyor-,
kendimizi tamamen ayırt etmemize engel değildir. PKK,
Stalinist dil ve milliyetçi Üçüncü Dünyacı gerilla yöntemleri
kullanarak oluşmuştur. Kürt küçük burjuvazisinin ve bir kısım
büyük burjuvaların kendi ulusal devletlerine, devlet
kuruluşlarına ve bunların getirdikleri ayrıcalıklara sahip
olmasını temsil etmektedir. PKK Kürt emekçilerini bir araç
olarak görüyor ve hiçbir şekilde Kürt işçi sınıfının, bir sınıf
olarak, Kürt veya diğer burjuvaların aleyhine iktidarı almasını
istemiyor.

Günümüz, işçi sınıfının dünya devrimi günüdür.
Milliyetçilik, hem Kürt hem Türk hem de diğer milliyetçilikler
insanları çıkmaza götürüyor. Eğer Türkiye Kürdistanı’nda veya
tüm diğer Kürt bölgelerini de kapsayan sınırlar içerisinde ve
şimdiki milliyetçi önderliklerin yönetiminde bağımsızlık elde
edilip bir devlet oluşursa, bu devlet Kürt burjuvazisinin devleti
olacaktır.

En iyi şekliyle küçük bir hakim sınıf tabakasına koltuk ve
zenginleşme olanakları sağlayacaktır ve onu geri kalmış bağımlı
bir burjuvazi konumundan bile kurtaramayacaktır. Gerek
Kürdistan, gerek diğer Türk şehirlerinde yaşayan Kürt işçi
sınıfının kurtuluş sorunu, yine ve tamamen gündemde kalacaktır.

Gerçekten işçi sınıfının devrimci ve enternasyonalist
siyasetini savunduğumuz için, Troçkistiz ve IV. Enternasyonale
bağlıyız. Ulusal baskılar dahil tüm baskılar ancak emperyalist
sistemin ve onu savunan devletlerin -bizim içinse Türk
devletinin-, yıkılmasıyla yok olacaktır.

İşte bu nedenle bizler, Türk, Kürt veya diğer ulustan
emekçilerinin bir arada yer alacağı devrimci bir işçi partisinin
inşası için mücadele veriyoruz. Bu parti, gerekli olan, devrimci
işçi sınıfının dünya partisini yeniden inşası için çalışacaktır.

Yukarıda sözü edilen mücadeleyi içeren devrimci
programı, yani Troçkist programı, benimseyen herkesle birlikte
yürütmeye hazırız. Fakat bu programı, programdan
kaynaklanan tüm sonuçları çıkararak uygulamak gerekiyor.
Bunun anlamı ise tüm küçük burjuva amatörlüğünden arınmak,
tüm güçlerin işçi sınıfı içerisinde kök salmamız için
kullanılması, verilecek tüm mücadelelerde -en küçüğünden en
büyüğüne kadar-, işçi sınıfının dünya devriminin birer militanı
olarak davranmak ve sonuçta bolşevik tipte bir partinin inşası
demektir.

Güçlerimiz çok sınırlıdır ve önümüzdeki görevlerin
büyüklüğünün bilincindeyiz. Ancak, bizim için başka bir yol
yoktur. Şu anda kendimizi inşası tamamlanmış bir önderlik
olarak görmüyoruz. Bizim istediğimiz, Türkiye’de ve dünyada,
enternasyonalist komünist yani Troçkist fikirler temelinde bir
önderliğin inşası için tüm gücümüzü seferber ederek üzerimize
düşen görevi yapmaktır.

Sınıf Mücadelesi, 1 Mayıs 1997


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Başlıca Makaleler   ?