Sinif Mucadelesi

ABD’de Ekonomik, Siyasi ve Toplumsal Durum, 201

Pazartesi 22 Temmuz 2019

Aşağıda, SPARK örgütünün en son toplantısında sunulmuş, tartışılmış ve oy birliği ile kabul edilmiş bir metnin bir parçası yer almaktadır.

Acımasızca Artan Sömürü

İş dünyası basınının utanmazca “ekonomik düzelme” dediği sürecin dokuzuncu yılındayız. Bu “düzelmeyi” ayırt eden şey ise bankaların ve diğer büyük kapitalist girişimlerin karlarındaki, burjuvazinin servetindeki ciddi artış.

Sermaye, kendi yöntemleriyle ortaya çıkardığı finansal krizin tahribatından, kendini emek sömürüsünü şiddetlendirerek korudu. Çağımızın gerçeği budur, “düzelme”, “gerileme” ya da “finansal çöküş” döneminde olduğumuz fark etmeksizin. Çalışacak yaştaki nüfusun neredeyse rekor kıracak kadar büyük bir bölümü bugün işsiz. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, çok sayıda kadının işgücüne tekrar katılmasından önce, çalışabilecek nüfusun çalışma oranı elbette çok daha düşüktü çünkü kadınların çoğu çalışmıyordu. Ancak 1970’lerde ekonomik zorluklar küçük çocuğu olanlar da dahil olmak üzere kadınları tekrar çalışmaya itti. Yaşanan değişikliği şöyle belirtebiliriz:

Günümüzde, üç yaşından küçük çocuğu olan kadınların çalışma oranı %60’a yaklaşıyor; 1970’lerin başında ise bu oran %30’un çok az üzerindeydi. İşçilerin en alt kesimlerde bulunan beşte ikisi, alım gücü 1978’dekinden daha düşük olan ücretler alıyor; orta kesimler ise bundan çok az yüksek bir ücret alıyor. Asgari ücret, resmi Tüketici Fiyat Endeksi’nin belirlediği “gerçek değere” göre bile, zirvesine 1968’de ulaştı. Çalışmanın kendisi de, geçici işçiliğin yayılması ve işin yoğunluğunun artması ile sürekli aşağılanıyor. Geçici işçiliğin artmasına bir örnek, geçenlerde yaşanan hükümet kapatmanın federal düzeydeki 800 bin işçiyi etkilemesi oldu. Halbuki onların çalıştığı departmanlarda çalışan bir milyon işçi daha vardı: Onlar “sözleşmeli çalışan”, daha az ücret alan ve az ya da sıfır hakka sahip işçiler olduğu için hesaba katılmadılar.

Bu sorunlar, yanlış insanların kötü seçimler yapmış olması, eğer büyük şirketlerin karar alıcıları daha bilgili ya da daha az açgözlü kişiler olsalardı bu seçimlerin daha iyi yapılacak olması ile açıklanamaz. Krize batmış bir ekonomide sermaye sınıfının, sömürüyü katmerlendirmekten, işçi sınıfının hayat standartlarını açgözlüce aşağı çekmekten, yani ücretleri ve istihdamı sürekli kısmaktan başka şansı yoktur.
Tabii bunun zorunlu bir sonucu var: Sistemsel olarak ücretleri azaltıp iş olanaklarını yok ederek, sermaye sınıfı kendi pazarını da sınırlandırmış ve patronların üretim sektörüne yatırım yapmasını mantıksız hale getirmiştir. Bu, bilindik bir kısır döngüdür.

Üretime yapılan yatırımlar rekor seviyelere düşerken, boşta kalan paraların da başka bir yere gitmesi gerekir: Finansal piyasalara, yani üretken yatırımdan daha fazla getirisi olan yerlere gider. Ancak şunu hatırlamak gerekir ki, finansal sistemin getirdiği kâr da, en nihayetinde, meta ve hizmet üretiminde emekçilerden koparılan artı değerden gelmektedir. Ve bunun karşılığına, finans sisteminin kumarhaneleri çılgınca beslendikçe, sermaye de işçi sınıfının doğrudan sömürüsünü artırmaya itilir. Bu, üretimi artırmak için yatırım yapmak demek değildir.

Kamu hazinesi; sübvansiyonlar, ödüller, hibeler, kontratlar, kira sözleşmeleri, sayısız vergi indirimleri ve kalıcı vergi sisteminde açılan delikler aracılığı ile sürekli sermayenin yararına çalışan, adeta ağzı açık bir cüzdan gibi görünüyor. Bu büyük kamusal soygun, işçilerin maaş çekleri düzenlenmeden çok önce buradan alınan, veya ücretler ödendikten sonra vergi ya da harç olarak koparılan paralarla fonlanıyor. Ancak bunların hepsi, fiilen, işçinin ürettiği değerden aşırılan artı değeri artırıyor. İşçilerin kendilerini idame ettirmek için harcayacağı gelirleri devamlı azalıyor.

Aynı zamanda, kamu hazinesindeki paranın sermaye yararına kullanılması kamu hizmetlerini de kısıtlıyor, halkın hayat standartlarını düşürüyor. Çocuklarının eğitimi için açılan okullar maddi kaynaklardan yoksun kalıyor; günlük hayatın sağlık ve güvenliğini sağlamak için gereken yol, köprü, kanalizasyon, su sistemleri, sokak aydınlatması gibi hizmetler çürümeye bırakılıyor.

İstihdamı azaltarak, ücretleri gerileterek, kamu hizmetlerini yok ederek, sermaye emekçi nüfusun hayat şartlarını aşağı çekiyor. Toplumun servetinden giderek büyüyen bir payı bu yollarla iç ederek, sermaye sınıfı kendi sisteminin çürümesinden kendini koruyor.

En zengin kesimler ile diğer herkes arasındaki devasa ve hala büyüyen servet uçurumunu işte bunlar yarattı. Bu büyüyen uçurumun önemi, bazı Demokratların ve sendikacıların söylediğinin aksine, “adaletsizlik” değil. Sebebi de, bazı siyasetçilerin kötü yönetimi veya sermaye sınıfındaki bazı kötü niyetli bireylerin sapkın açgözlülüğü gibi basit şeyler değil. Sebep, sömürünün hızla artmasıdır.
Elbette sömürü, hem gelişim döneminde hem de şu anda, kapitalizmin temel taşıdır.

Ancak kapitalizmin bu ileri çürüme döneminde, sanki hiç bitmeyecek gibi görünen bu krizin ortasında, sömürü daha bile yoğun ve acımasız bir hal almaktadır.
Burjuvazinin “Sorumluluk Sahibi” Partisi ile Halk için “Kötünün İyisi”

ABD’deki siyasi hayat, başkanlığının ilk iki yılında Trump tarafından yönlendirildi. Siyasi gelenekleri hor görerek, inanılmaz yalanları hararetle yayarak, başka ülkeleri aşağılayarak, kaba saba önyargılara oynayarak ve şımarık bir çocuk gibi davranarak, Trump, spot ışıklarını kendi üzerinde tutmayı başardı. Ancak Trump’ın televizyonda takındığı pişkin tebessümünü bir kenara koyarsak, elimizde ancak, kötüleşen hayat şartlarından nemalanan aşırı sağın sıradan bir gerici demagogu kalır. Tabii bir fark var: Demagog Trump, dünyanın en güçlü emperyalizminin en tepesinde oturuyor.

Dünyanın en “gelişmiş” ülkesindeki Trump gibi bir demagogun bugünkü görünümü şunu yansıtıyor: İşçi sınıfı, Troçki’nin 1938’de yazdığı Geçiş Programı’nda “devrim için olgunlaşmıştır” dediği toplumu hala yıkmamıştır. Bugün Trump, işçi sınıfının bazı kesimlerinde sesini duyurabiliyorsa, bunun arka planında, işçileri bir sınıf olarak, kendi sınıf çıkarları için mücadele etmeye, yani sermaye sınıfını alaşağı edip yeni bir toplumun örgütleyicileri olmaya çağırmayı bırakan “işçi örgütleri” vardır. Bu, bu ülke de dahil olmak üzere, tüm dünyada böyledir.

Bu ülkede işçi sınıfının kitlesel bir siyasi örgütü, kendi siyasi partisi yok, sadece sendikalar var. Ve bu sendikaları neredeyse CIO’nun (Sermaye Örgütleri Kongresi) kuruluşundan yani 83 yıldan beri yöneten bürokratlar, hep işçi sınıfının umutlarını Demokrat Parti’ye yönlendirmek için çalıştılar. Ki bu parti, programı, adayları, etkinlikleri ve sermaye sınıfının büyük kısmı ile sahip oldukları organik bağlar itibarıyla alenen bir burjuva partisidir.

Geçtiğimiz yüzyıl boyunca, Demokrat Parti burjuvazinin ve kapitalist düzenin çıkarlarını savunmak konusunda en etkili siyasi araç olduğunu kanıtlamıştır. Sendika bürokrasisinin ve pek çok kilisenin yardımıyla, işçi sınıfını moral -ve bazen fiziksel- anlamda silahsız bırakmıştır, özellikle de işçilerin kurulu düzeni tehdit ettiği iki dönemde: 1930’lardaki fabrika işgalleri ve 1960’lardaki şehir isyanlarında.

Burjuvazinin halkın talepleri lehine taviz vermek zorunda kaldığı mücadele dönemlerinde, Demokratlar devlet aygıtını yönetiyorlardı; bundan faydalanarak, emekçilerin, siyahilerin ve kadınların mücadeleyle kazandığı hakları sanki kendileri bahşetmiş gibi algı yarattılar. Fakat bu durum, Demokratların bu kazanımları birer birer geri almasını sağlayan politikalar yürütmelerine engel olmadı:

Wagner Yasası (bu yasa ile devlet, sendikaları ve emek mücadelelerini yönetir) ve bundan kaynaklanan emek karşıtı yasalarla sendikaları boğdular; sendikaları 2. Dünya Savaşından hemen önceki anti-komünist yasalarla soydular; Bill Clinton yönetiminde “refah reformları” ve kitlesel hapislere neden olan ceza yasalarını geçirdiler; ve, bundan bile önce, Roe v. Wade davası kararını önemsizleştiren yasal düzenlemelerin pazarlığını yaptılar (Roe v. Wade, 1973 yılında karara bağlanmış, kürtajı konu alan bir davadır; “Roe” takma adlı bir kadın, çok kısıtlı durumlarda kürtaja izin veren Teksas eyaletine dava açmış, dava sonucunda kürtajın anne adayı ile doktor arasında, devletin müdahale edemeyeceği bir konu olduğuna karar verilmiştir.

Bu karar çıkmadan önce, Amerika’da kürtaj olmak neredeyse imkansızdı.). Demokrat Parti, ABD emperyalizminin hükümranlığını tüm dünyaya dayatmak amacıyla yapılan savaşların halk desteğini alması için çalıştı: iki Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, Kore Savaşı, Güneydoğu Asya savaşları gibi; ve tabii Latin Amerika’ya yapılan sayısız saldırı ile, Cumhuriyetçilerin yönettiği savaşlara verilen desteği de unutmamak lazım. Ve Demokratlar, sendikalar ve CIA ile işbirliği içinde, dünyanın her yerindeki işçi sendikalarına ve işçi mücadelelerine karşı müdahaleler yaptılar.

Bir yüzyıldan fazladır, Demokratlar “sorumluluk sahibi” burjuva partisi oldular. Burjuvazinin sınıf çıkarlarını savundular, bunu kısmen, toplumsal barışı korumanın şartlarını sağlayarak yaptılar: Halk yararına küçücük iyileştirmeler yapmak ve karşı hamlede bulunanlara karşı şiddeti örgütlemek gibi.

Bununla beraber, Demokratlar işçi sınıfı nezdinde “kötünün iyisi” gibi görünmeyi de başardılar. Bunun sebebi çok basit: Cumhuriyetçiler, çoğu zaman, en zengin kesimlerle yaptıkları iş birliğini gizlemek için çabalama gereği duymuyorlar. Yıllardır Demokratlara oy verenlerin çoğu, büyük yanılgılar içinde olarak oy vermiyor. Şunu söylemek mümkündür ki, Demokratlar seçmeni, genelde bir şüpheyi de taşımaktadır. Seçimlere olan inanç yavaş yavaş kırıldı; bu durum, seçimlere katılım oranlarında 1960’lardan sonra yaşanan düşüşten de anlaşılıyor. Seçimlere gerçek katılım insanların oy verme isteğinin ötesinde birçok şeyden etkileniyor.

Hatırlatalım: En yüksek katılım oranlarının yaşandığı 1960’larda, siyahi nüfusun çok geniş bir kesimi hala alenen ve hukuken seçme hakkından yoksundu. Bu engel aşılsa bile başka engeller ortaya çıktı; örneğin, 1980’lerde bazı önemsiz davranışların suç haline getirilmesi sonucunda çok sayıda yoksul insanın cezaevlerine konulması bu engellerden biriydi. Bazı eyaletlerde böyle hükümler ömür boyu seçimlerden menedilmeye yol açıyordu. Son olarak, göçmenlikteki artış da seçimlere katılamayan daha geniş bir kitlenin oluşmasına yol açtı.

Geçtiğimiz on yıllarda, beyaz işçilerin bir kısmı Cumhuriyetçi saflara geçmeye başladı. Bazılarının nedeni Demokratlardan nefret etmeleri, bazılarının nedeni gericilikti. 2016’da olan da buydu. Ancak beyaz işçilerin çok daha geniş bir kesimi oy vermedi, özellikle de Batı Virginia, Tennessee, Utah, Oklohoma ve Arkansas gibi yoksul eyaletlerde; Latin seçmenin görece büyük kısmı oy vermedi; ve çok önemli olanı, siyahi seçmenin daha bile büyük kısmı seçime katılmadı. Trump’ın 2016’daki zaferi Demokratlara duyulan öfkeye dayanıyordu, bu öfke de kendini her şeyden önce seçimlere katılımın azalması ile gösterdi.

Nüfusun seçimlere katılmayan büyük kısmını görmezden gelmek hata olur, özellikle de oy vermeyenler genelde kırsal alandaki yoksul kesimlere ve işçi sınıfına mensup oldukları için. Bizim hedefimiz sınıfımızın tümü adına konuşmaktır, sadece oy veren kesimi adına değil. 2016’da seçmen yaşına gelmiş nitelikli nüfusun (yani vatandaşların) %46.9’u oy vermedi; %25.5’i Clinton’a, %25.3’ü Trump’a; %1.7’si Johnson’a (Liberteryanlar); %0.5’i Stein’a (Yeşiller); %0.3’ü de geri kalan 27 adaya oy verdi veya “yukarıdakilerin hiçbiri” gibi notlar yazdı. Oy vermeyen işçiler hakkında, oy vermemelerinin sınıfsal, siyasal öneminin bilincindedirler, demek doğru olmayabilir. Büyük çoğunluk muhtemelen bilinçli değildi. Oy vermemek, sendikal faaliyete katılmama davranışına benzer şekilde, işçilerdeki moralsizliği ifade ediyor olabilir. Öte yandan, katılmamak üstü kapalı şekilde, gerçek bir seçim şansı olmamasına yönelik bir tepkidir; bu sadece Demokratları değil, iki partili sistemin genelini ilgilendirir.

Trump Nefreti Demokratlara -Bir Kez Daha- Kapıyı Aralıyor

Trump ile geçen iki yıl, Demokrat Parti lehine oy geçişine neden oldu. 2018’de Demokratlar lehine 9.7 milyon oy farkı vardı, bunu 2016 Seçimlerinden iki yıl önceki 2.8 oy ile kıyaslamak gerekir (unutmayalım ki, Trump 2016’da Delegeler Kurulu seçimini kazanmış ama halk oyunu kaybetmişti). Demokratların üstünlüklerini yeniden sağlamlaştırmalarının nedeni, seçime katılımın artmasına dayanmıyor. Katılım tarihsel çerçevede epey yüksekti, doğru, özellikle de bir ara dönem seçimi için. Ancak yine de, 2016’daki başkanlık seçimine göre katılım 5 puan düşüktü.

Görünen o ki, Cumhuriyetçilere oy vermeye alışkın seçmende biraz azalış ve -oy verdiği zamanlarda- Demokratlara oy veren seçmende artış oldu. Ancak Demokratların arayı açmalarındaki başlıca etken, her zaman oy veren seçmenler içinde büyük bir kesimin Demokratlar safına kayması oldu. Trump’ı destekleyen bazı beyaz ve Latin işçiler tekrar Demokratlara döndü. En ciddi etken ise, 2016’da ve genellikle Cumhuriyetçilere oy veren, şehir merkezlerinde ya da zengin banliyö bölgelerde yaşayan, hali vakti yerinde orta sınıfın 2018’de bu sefer Demokratları desteklemesi oldu. 2018’de, genellikle Cumhuriyetçilerin seçildiği 23 bölgede Demokratlar kazandı, Demokratların Temsilciler Meclisi üstünlüğü de bu sayede sağlandı. Eğer bu bölgelerden çoğu zaman olduğu gibi Cumhuriyetçi adaylar çıksaydı, Temsilciler Meclisini Cumhuriyetçiler kazanacaktı. Sayısal etkisi az fakat siyasi önemi büyük olan bir gerçek de şu: 2016’da küçük bir partiye oy veren seçmen, 2018’de Demokratları destekledi.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu oy kaymalarının sebebi büyük ölçüde, Demokratlara yönelik bir umut değil, Trump’a yönelik içgüdüsel bir korku ve öfkedir.
Öngöremeyeceğimiz olaylar dışında, önümüzdeki 20 ay boyuncaki siyasi ortam 2020 başkanlık seçimleri kampanyalarına odaklanacaktır. Halihazırda başlamıştır. Demokratların ‘sola kaydıklarına’ dair fikirler büyük ve sosyal medyada söyleniyor.

Başkanlık adayları Bernie Sanders ve Elizabeth Warren’ın Bill Clinton ve hatta Jimmy Carter’a kadar uzanan ‘merkezci’ siyasete sırtlarını döndükleri söyleniyor.
Alexandria Ocasio-Cortez ile sembolikleşmiş Temsilciler Meclisinin ilerici kanadının partiyi dönüştürdüğü söyleniyor. Peki ‘sola kaymak’ ne anlama gelmektedir? Demokratlar ‘sorumluluk sahibi’ burjuva partisi olarak konumlarını boşa çıkarmayı düşünüyor mu?

Demokratlar, meclisi ele geçirdikten sonra Trump ile ilk büyük karşılaşmalarında kesinlikle böyle davranmadılar. Duvar için talep ettiği 5 milyar dolara karşı çıktılar ama göçmenleri buraya getiren durumu neyin yarattığını tabi ki tartışmadılar.

Trump’tan çok daha önce başlayan Meksika sınırının askerileştirilmesini ve ABD’nin bu yarıküredeki politikalarını sorgulamadılar. Bazı “ilerici” Demokratlar, Trump’ın göçmenlerin suçlu olduğu iddiasına, gerçeklere dayanarak itiraz ettiler. “Mavericks”lerden bazıları ICE son bulsun diye çağrıda bulundu. Ancak, Demokrat Parti liderlerinin tartıştığı en büyük sorun teknik bir sorundu: Trump’ın duvarının “sınırlarımızı kontrol etmek” için etkili bir araç olup olmadığı.
Bir başka deyişle, “sınırlarımızı kontrol etmek” söyleminin arkasına gizlenen yabancı düşmanlığını sorgulamaksızın pazarladılar. Ve bunu yapmak için para verdiler. Mecliste, 232 Demokrat’ın 213’ü sınırları militarize etmek için daha fazla harcamayı içeren bütçe tasarısına oy verdi. Senato’da, 47 Demokratın 42’si bu tasarı lehine oy kullandı. Politikada farklılık yok, tek fark seçtikleri kelimelerde.

Trump, duvarını finanse etmek için bir “acil durum deklarasyonu” yayınladığında, Demokratlar, yalnızca anayasal bir meseleye, “güçler ayrılığına” değinerek, onu devirmek için bir karar verdi. Trump, ABD Kongresine özgü olan bir yetkiyi kullanmaya yelteniyordu. Yasamayla ilgili eski ama bilindik bir hikaye. Trump’ın duvarını reddetmek amacıyla hükümet kapatmayı düzenlediler ama sonrasında sınırları militarize etmek için fon verdiler, yani duvar sadece bir semboldü.

Demokratlar tarafından sola bir kayış mı? “Dış politikada”, yani ABD emperyalizminin dünyanın geri kalanına karşı uyguladığı bir o kadar yabancı düşmanı alanda, buna dair bir işaret yok. Demokratlar halihazırda süren tüm savaşları desteklemeye devam etti.

Tabii, bunlar Obama’dan Trump’a, Bush’tan da Obama’ya miras kalanlar. Ancak Trump’ın Venezüella petrollerine karşı getirdiği yaptırımları ve Venezüella’ya karşı askeri müdahale tehdidini de tamamen desteklediler.

Trump’ın, orduya danışmaksızın, ABD güçlerini Suriye’den geri çekme deklarasyonuna karşı çıktılar. Demokratlar Trump’ın kendi mali çıkarları doğrultusunda Rusya ile arkadaşça davranmasını eleştirdiler. Açıktır ki ABD, Sovyetlerin dağılmasından dolayı zayıflasa bile, Rusya’yı ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğine hala bir engel olarak görüyor. Trump’ın Rusya’ya uygulanan yaptırımları gevşetmesi Demokratları rahatsız etti.

Uluslararası politikada, Demokratlar ABD emperyalizminin en güvenilir temsilcisi olarak bir adım öne çıkıyorlar.

O kadar ki Demokrat parti üst yapıda yaratılışından ayrılıyor gibi görünüyor bunu da “Yeşil Yeni Sözleşme” ve “Herkes için Sağlık” politikaları ile yapıyor. Elbette, Demokratlar yalnızca Kongre meclisinde çoğunluk oldukları için bu fikirlerle 2020 seçimlerini hedefliyorlar. Ancak uzlaşmayı engelleyen konular var. Bunlar politika değil yalnızca kamyon arkası sloganlar.

“Herkes için Sağlık” politikasını ele alalım. Kimse bunun ne anlama geldiğini yada Demokratların hangi önerilere sahip oldukları konusunda net değil. Bir öneri 50 yaş üstü insanların var olan sağlık planına içerilmesine izin veriyor. Bir diğeri ise “ACA” sözleşmesiyle yer değiştirmesini. Ancak bunların hepsi sağlık sigortası planlarından kar etmeye devam eden özel sağlık sigortası şirketleri temel alınarak yapılıyor. 2020 seçimleri adaylarından bazıları bir “kamu seçeneği” kurmayı, ancak şu anda çoğu Sağlık planında olduğu gibi, özel sigorta şirketlerinin bu kardan faydalanması için yönetmesine izin verecek. Adaylardan bazıları, bütün yapıyı yeniden yapmak istediklerini söylüyor. Ancak bununla, yalnızca özel sigorta teminatından kurtulmak, onu “tek ödemeli” hükümet destekli bir planla değiştirmek anlamına geliyor. Ancak bu önerilerin tümü - sonuncusu bile - sağlık sisteminin mevcut özel doğasını sağlam bırakmayı öngörmektedir.

Bu ülkedeki Sağlık sisteminin maliyeti, kapitalistler için kar üreten en önemli sektörlerden biri, nüfus için yasaklayıcı ve hala çok karlı olmaya hangi şekilde olduğuna bakmaksızın devam edecek.
Demokratlar - ilericileri de dahil olmak üzere - kapitalizmin temel yapısını yerinde bırakabileceğimize ve yine de kendi yasalarından kurtulabileceğimize inanmamızı sağlar. Bu doğru değil.

“Yeşil Yeni Sözleşme”, Alexdria Ocasio-Cortez ve Ed Markey tarafından ortaya atılan, en azından yazılı hedeflerin formu haline çevrildi. Dünyada’ki yaşamı tehdit eden çok gerçekçi risklerden başlayarak net sıfır zehirli gaz emisyonu için federal hükümet tarafından yönlendirilen ve fonlanan 10 yıllık bir hareketlilik önerdiler. Karbon temelli tüm enerji biçimlerini ve tarımı radikal bir şekilde yeniden örgütlemeyi önerdiler.

“Yeşil Yeni Sözleşme” yasamaya yoluyla burjuvazinin insanlık için iyi şeyler yapmaya zorlanabileceğini varsayıyor. Bunun olabileceğini göstermek içinde Ocasio-Cortez ve Markey 1930’ların Yeni sözleşme programına atıfta bulunuyor. Bu program Büyük Buhrandan (1929) “ülkeyi kurtardı” ve II. Dünya Savaşını “demokrasiyi korumak için” organize etti.

Aslında, Yeni Sözleşme programları -nüfus söz konusu olduğu sürece- bir yara bandından biraz daha fazlasıydı. Savaş, bu ülkenin 1930’ların ekonomik krizinden çıkmasına izin veren şeydi -en azından onlarca yıllığına- ta ki 1970’lerde krizin 2. baskısı vurana kadar. Bu ülkede yaşam standardında genel bir iyileşme sağlayan savaşın sonucuydu. Ancak bu ülkede ve dünyada bu savaşın bedeli çok ağırdı bu önerinin yazarları (Cortez ve Markey) bunu görmezden geldi. Amerikan burjuvazisi, insani nedenlerle değil, savaşta kazanılacak çok para olduğu ve ABD’nin dünyanın geri kalanı üzerindeki egemenliğinin yayılması nedeniyle II. Dünya Savaşında efor sarfetti.

II. Dünya Savaşında, grevleri yasaklayarak ücretlilerin sırtlarından muazzam karlar elde edildi. Hükümet, orduya ödeme yapmak için büyük miktarda borç topladı; şirketlere ve büyük bankalara muazzam karlar sağladı; bu, çalışanların bu borcunu ödemeleri için gelecekte daha yüksek vergi anlamına geliyordu. Tarihin bu savaşla ilgili gösterdiği her şeyden sonra, “ilericiler” hala onu burjuvazinin bugün on yıl boyunca ortak yararın çıkarına kar etmekten vazgeçeceği yalanını sarsmak için bir model olarak kullanacaktı.

Kapitalizmin kontrolü altındaki sanayileşmenin bu gezegene ne yaptığını ele almak için, sermaye üzerindeki devlet aparatında tutulanın sadece sarsılmasını değil, devrilmesini gerektirir. Amacı yalnızca sosyalist devrim olabilen, burjuvazinin bir sınıf olarak ortadan kaldırılması ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için yeniden örgütlenmesi için işçi sınıfının iktidarı alması ve kullanması geniş bir toplumsal seferberlik gerektiriyor. Eğer böyle olsaydı, işçi sınıfı kuşkusuz, “Yeşil Yeni Anlaşma” nın iki sponsoru olanların dışında birinci önceliğe sahip birçok maddeye sahip olacaktı.

Birkaç Demokrat’ın söyleminin değiştiği açıktır. Ancak Demokrat Parti uzun zamandır söylemde bir politika pratikte başka bir politika uyguladığını gösterdi. 2018’de yeni seçilmiş Demokratlar ve parti liderleri “sol” meslektaşlarına Demokrat Parti “büyük bir çatıdır” herkes kendi fikirlerini tasarlayabilir ama en sonunda ve “pratikte iş seçimi kazanmaktır” ve sonra “ülkeyi ihtiyatla yönetmektir” demiştir.

Demokrat Parti, uzun süredir çalışan insanları oy kullanma saflarına davet eden “büyük bir çatı” olarak nitelendirildi, ancak seçilmek için çıkarlarını bir kenara bıraktı ve sonra onları yönetmek için bir kenara koydu!

Daha geleneksel sola gelince, Demokratları açıkça desteklemeyebilirler ancak çoğu “Yeşil Yeni Anlaşma” sloganı üzerine yapılan spekülasyonlara düşkünler. Kendisini bu duruştan uzaklaştırmaya çalışan SWP, bazen Trump’ı oy veren işçilerle karıştırıyor gibi görünüyor. Onların pozisyonları ne olursa olsun bizler zamanın ötesine geçeceğimizden emin olabiliriz.

İhtiyacımız: Komünist bir Perspektif

İhtiyacımız işçi sınıfına başka bir perspektif sunmaktır: komünist perspektif, sosyalist devrim hedefi. İşçi sınıfının kendi çözümlerini empoze etme, kendi toplumunu örgütleme mücadelesi beklentisi çok uzak görünebilir.

Devrimciler bu beklentiyi dile getirdiklerinde bağlantısız/irtibatsız gibi görünebilirler. Ancak, komünist devrimcilerin rolü geleceği hazırlamaktır: Olasılıkları ve işçi sınıfının kendi çıkarları için mücadele etmesi, işçileri bu beklentiye göre kazanması gerekliliğini tartışmak. İşçiler hareket etmeye başladığında, sınıflarına liderlik etmek istedikleri yönü anlayan işçi militanlarının olması şarttır.

İşçilerin ihtiyacı olan geniş bir perspektiftir, büyük fotoğraf, bugün içine düştükleri tuzağı anlamalarına yardım eden. Mücadele zorluklar içinde yürütülür ancak bu zorlukların benzerlerinin eskiden üstesinden gelinmiştir. Doğru, çok az insan bugün mücadele ediyor. Fakat devrimcilerin durumun böyle olduğu diğer zamanlar hakkında konuşabilmeleri, yalnızca tüm el arabasını altüst etmek için, örneğin 1871’de Paris, 1917’de Rusya, 1967’de Detroit olması gerekir.

Bugün durumu anlamaya çalışmak, bu ülkedeki sosyal tarih hakkında düşünmek anlamına gelir; sendikaların veya Demokratların bunu nasıl söyledikleri açısından değil - olaylarda hangi olasılıkların örtük olduğu ve neden gerçekleşmediği açısından. Sadece insanların başardıklarını değil, kaybettiklerini de zihnimizin önünde tutmamız gerekiyor. Hem 1930’lar hem de 1960’lar kendi içlerinde sosyal devrim olanaklarını taşıyordu, ancak işçi sınıfı ya da siyah halk mücadelelerini bu olanakların sonuna kadar taşınamamıştı. Sorun emekçi kitlelerin yapmadığı şey değil. O zamanlar orada bulunan devrimcilerin, bu olasılıklara hazırlanmak, onları kapmak için bile uğraşmadıkları şey buydu.

Bu mücadeleler belirli sayıda reform üretti. Sosyal Güvenlik, işsizlik sigortası, Medicare ve Medicaid gibi reformlar, sermayenin sınıf toplumu çerçevesinde mücadeleleri dizginlemek için ödediği bedeldi. İşçi sınıfının ödediği fiyata kıyasla çok küçük bir bedeldi.

1930’larda kaybedilen fırsatın, işçi sınıfının faşizm ve II. Dünya Savaşı tarafından doğrudan tahliye edilmesine yol açtığını, 100 milyon insanın öldürüldüğünü ve gezegenin üretken kapasitesinin çoğunun savaşın engin cephanesi tarafından boşa harcandığını hatırlamalıyız. 1960’lı yıllarda kaybedilen fırsat doğrudan bugün gördüğümüz işçi sınıfının ahlaki evrimine yol açtı. Elbette, bu ülkede de dahil olmak üzere, dünya halkına yaptıkları için kapitalizmi suçlamalıyız. Fakat günümüze kadar temelde dümeni olmayan bir işçi sınıfının sorumluluğu, bu hareketler sırasında amigo olan ancak onlara farklı bir bakış açısı vermek için asla mücadele etmeyen herkese aittir.

Kapitalizm, herhangi bir toplumsal düzen gibi, sömürünün ve baskının pasif kabulüne dayanır. Bir grevde yer alabilir, hatta militan bir şekilde savaşabilir, ancak yine de sömürü ve zulmü kabul edebilir. İşçilerin kavgalarına verdikleri hedeflere bağlı. Ve işçilerin kavgaları için ihtiyaç duydukları hedefler, ayrılmaz bir şekilde devrime yol açan hedefler, bu terimin felsefi anlamında, komünist militanlardan gelmelidir.
(28 Şubat 2019)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Güncel Yazılar   ?