Sinif Mucadelesi

Darbe girişiminden, Erdoğan’ın karşı darbesine

Salı 4 Nisan 2017

Türkiye’de 2016 yılının yaz ayları boyunca, başarısız darbe girişimi, kurum ve kuruluşlardaki geniş temizlik hareketi, IŞİD’e atfedilen saldırılar, İran ve Rusya arasındaki ilişkilerin yeniden ısınması, ordunun Suriye’ye müdahalesi gibi olaylar hızla birbirini izledi. Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, kendi politikasının yol açtığı çelişki ve çatışmalardan kurtulabilmek için, kendisini nereye götüreceği belli olmayan ümitsiz bir politika izliyor ve bu politikanın bedelini de Türk ve Kürt halkları ödüyor.

Ilımlı İslamcı denilen Erdoğan’ın ve partisi AKP’nin iktidara gelmesiyle 2002 yılında başlayan uzun istikrarlı dönem, 15 Temmuz darbe girişimiyle değil, ondan üç yıl kadar önce sona ermişti. Aslında, AKP içindeki çatlak, Erdoğan’ın ve bugün darbe girişiminde bulunmakla suçlanan eski imam Fethullah Gülen’in yandaşları arasındaki çatışma, 2012-2013 yıllarında patlak verdi. AKP hükümetine karşı yapılan ilk kitlesel protesto gösterileri, Gezi Parkı’nda meydana gelen olaylar da yine 2013’te oldu.

Siyasal İslamcılık ve AKP’nin kuruluşu

2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) kendisi, Türkiye’de birçok tarikatın etrafında yapılanmış siyasal islamcılığın değişik akımlarının birleşmesiyle ortaya çıktı. Bu akımlar, düşünce akımları olmaktan daha çok, çıkar grupları. İçlerinde, kendilerine belirli birtakım avantajlar verilerek sadakatleri sağlanmış zengin burjuvalar ve çıkar çevreleri var.

AKP, Mustafa Kemal tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirilen ulusal devrimin mirası olan politik sistemin içinde, yarım yüzyıldır yerlerini bulmaya çalışan burjuva partilerinin çizgisinde yer alıyor. Rejimin devletçi ilk yıllarından sonra, hiçbir engelle karşılaşmadan gelişmek isteyen kapitalist burjuvazinin özlemleri, birbiri ardına önce 1950’li yıllarda Menderes’in Demokrat Parti’sinde, 1970’li yıllarda Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’inde, 1980’li ve 1990’lı yıllarda da yine Demirel’in Doğru Yol Partisi (DYP) ve Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nde (ANAP) ifade edildi. Ayrıca, ömürleri kısa süren bu partilerin ortak noktaları, bölünmeleri ve askeri olmalarıydı; ya da Mustafa Kemal tarafından kurulan tek parti olan ve bugün kendisini sosyal demokrat olarak sunan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından temsil edilen resmi ideoloji (Kemalizm) karşısında kendilerini ortaya koyma güçlüğü çekmeleriydi. Türk devletinin laiklik ilkesini kabul eden bu partilerin dışındaki İslamcı akım, 1970’li yıllardan itibaren yavaş yavaş, ilk olarak da Milli Görüş Hareketi adı altında kendisini ortaya koydu. Necmettin Erbakan tarafından ivme kazandırılan bu hareketten, önce MSP (Milli Selamet Partisi), daha sonra da bunun yasaklanmasıyla RP (Refah Partisi) doğdu. Erbakan, 1996’da başbakan oldu, ancak ordunun doğrudan baskısı altında 1997’de bu görevinden uzaklaşmak zorunda kaldı. İslamcılar iktidara, 2002 yılının Kasım ayında yapılan seçimlerle, yeni kurulan bir parti olan AKP ile gelebildiler. Partinin seçim başarısı her şeyden önce, özellikle de o dönemde hükümette bulunan ve çok şiddetli bir mali krizle mücadele etmek zorunda kalan Bülent Ecevit’in sosyal demokrat denilen Demokratik Sol Parti’si (DSP) de dahil diğer partilerin saygınlıklarını yitirip gözden düşmesi sayesinde gerçekleşti.

AKP’nin yöneticisi Erdoğan, Erbakan’ın eski İslamcı partisinden gelmiş olsa da, bu partinin en ılımlı kanadını ve bir biçimde iş yapmaya kararlı «genç kurtlar» grubunu temsil ediyordu. Erdoğan cemaatlerin, özellikle de Fethullah Gülen tarafından yönetilen cemaatin tam desteğini almıştı. Kemalist kadrolar tarafından tutuklanma korkusuyla 1999 yılından bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) sürgünde bulunan Fethullah Gülen, açıkça Amerika’dan yana bir politikadan yanaydı. ABD’li liderler, geleneksel politikalarına uygun olarak, özellikle de İranlı müttefiklerinden ayrıldıktan sonra, bölgedeki siyasetleri için büyük önemi olan Türkiye’de siyasi istikrar garantisi görerek İslamcı bir hükümetin yerleşmesini uygun görüyorlardı. Ayrıca Türkiye’den ekonomik ve mali desteklerini de esirgemeyeceklerdi.
AKP böylece yıllar boyunca uygun ve olumlu koşullardan yararlandı. 2000’li yıllar, Türkiye’nin Çin, Brezilya ve Hindistan gibi gelişmekte olan en güçlü ülkeler arasında yer aldığı yıllar oldu. Avrupalı, ABD ve Japonyalı kapitalistler, ekonomik etkinliklerini geliştirmek ve yaymak için yatırım yapmak üzere istikrarlı ülkeler arıyorlardı ve Türkiye onlar için yatırım yaptıkları bütün diğer ülkeler gibi güvenli, hükümeti istikrarlı, kalifiye ve disiplinli el emeğiyle sosyal düzeni garanti altına alınmış bir ülke olarak kabul ediliyordu.

Böylece, kişi başına düşen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) 2002 yılından 2012 yılına kadar iki katına çıktı. Bu refah sürecinden ilk yararlananlar kapitalistler olsa da, nüfusun büyük bölümü de bundan faydalandı. Bu durum, hükümettekilerin sonuçta yoksul halkın çoğunluğunun kaderini iyileştirmeyi sağladığı izlenimi veren, hatta bu izlenimi sürdüren, AKP ve Erdoğan’ın birbiri ardına gelen seçim başarılarının nedenini büyük oranda açıklıyor.

Erdoğan-Gülen savaşı

Buna rağmen, refah paravanının arkasında, kurum ve kuruluşlarda gizli, ancak süreç içinde gün yüzüne çıkarak parçalanmaya neden olacak bir savaş sürüyordu. Bu ekonomik patlamadan, Anadolulu kapitalistler olarak nitelendirilen, Türkiye’nin bağrında zenginleşen, gelenekçi, genellikle Müslüman cemaatlerden biriyle bağı olan ve AKP’nin sosyal temellerini oluşturan bütün bir yeni kapitalistler sınıfı yararlandı. Özellikle de Gülen cemaati ve onun paravanı “Hizmet Hareketi” zenginleşti ve nüfuz kazandı. İmam Hatip okulları ve dersaneler ağına dayanan Gülen cemaati, sosyal yükselmeye araç olan bir kanal haline geldi ve adamlarını devlet aygıtının çarklarını işleten makamlara yerleştirebildi. Kemalist gelenekten gelen eski personelin görevden alınıp temizlendiği polis teşkilatında, orduda ve adalet sisteminde de bu durum söz konusu oldu. Büyük özel şirketlerde, hastaneler ve üniversiteler sisteminde de aynı durum, yani kayırmacılıkla adamlarını yerleştiren Gülen cemaati tarafından, eğitim sisteminin bir bölümünün kontrol altına alınması söz konusuydu. Gülen’in okullarının birinden çıkan bir öğrencinin, üniversitelerden birine kaydolmak istediğinde, sınav konularını ve sorularını önceden bilmesinin garanti altına alındığı, böylece üniversiteye kolayca girip bitirdikten sonra da hiyerarşi basamaklarında hızla yükseldiği bilinen bir gerçek.

Oysa Gülen’in etki ağı ve alanının genişlemesi, onu, Erdoğan’a doğrudan bağlı çevrelerle rekabete sokuyordu. Genişleme süreci bitip paylaşılacak kâr azalmaya başlayınca; en azından sadece görevlerin verilmesi, pazarların paylaşımı, şu ya da bu şirketteki payın belirlenmesi gibi konularda çelişki ve çatışmalar çok keskin bir hal alabiliyordu. Açığa çıkarılan telefon dinlemeleri, Erdoğan’ın ailesinin de içinde bulunduğu yolsuzluk skandalının patlak vermesine yol açtığı zaman, 7 Şubat 2012’den itibaren çatışmalar açık bir hal aldı. Erdoğan, apaçık olguları yalanlayarak; Gülen cemaatiyle ilişkisi olan polisleri ve yargıçları, hükümeti istikrarsızlaşmak amacıyla kanunsuz olarak telefon dinlemelerini gerçekleştirmekle suçlayarak karşı saldırıya geçti. Hakim ve savcılardan sonra, yüzlerce polisin de bu işe karıştığı iddia edildi. Gülen cemaatine mensup olduklarından şüphelenilenler tutuklandı ya da görevlerinden alındı. Bu, uzun sürecek bir tasfiye dalgasının sadece başlangıcı oldu.

Erdoğan ve Gülen yandaşları olarak şekillenen iki akım arasındaki mücadele, genellikle sessiz ve sakin, bazen ise kurum ve kuruluşlarda yapılan tutuklamalar ve görevden almalarla, açık bir kriz biçiminde sürüyordu.

İhtişamlı bir dönemin sonu

Çatışma, Erdoğan hükümetinin karşılaştığı yeni zorluklarla daha da bilenecekti. 2008’de başlayan küresel kriz Türkiye’yi etkilemekte gecikse de, sonuç olarak, AKP için büyük bir şans olan istisna refah döneminin bitmesine yol açarak Türkiye’yi de etkiledi. Ayrıca buna 2011 yılındaki Suriye krizinin sonuçları da eklenmeye başladı.

Türk kapitalizmi refah dönemindeyken; Orta Asya, Orta Doğu, Mağrip (yani Cezayir, Libya, Moritanya, Fas, Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerini içeren bölge) hatta Afrika’nın en uzak bölgelerindeki pazarlarda yer almak isteyen Amerikalı, Avrupalı ya da Japon çok uluslu şirketler için aracı rolü oynamıştı.
Genellikle Ford, Toyota, Fiat ve Renault gibi gruplarla ortaklıklar kuran Türk kapitalist grupları, ihracatlarını, bütün bu bölgelere doğru geliştirebilmişlerdi. İnşaat, kamu işleri, tarım ve gıda gibi sektörlerdeki Türk grupları, özellikle de Suriye gibi yakın Arap ülkelerindeki pazarları ele geçirmişlerdi. Hatta belirli bir esenlik ve rahatlık duygusu kazanan Erdoğan ve AKP yöneticileri, komşularını silah zoruyla değil, ekonominin çekim gücüyle yeniden fetheden Türkiye’de bir çeşit Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden doğuşundan söz ediyorlardı. Ekonomik büyümenin ürünlerini rahatça paylaşabilmek için Yeni Osmanlıcılıktan (Neo-Osmanlıcılık) ve komşularla barışcıl bir iş birliğine dayalı “komşularla sıfır sorun” siyasetinden bahsedildi. Hatta öyle ki, Erdoğan’ın konuşmalarında, Suriye diktatörü Beşar Esad, sarsılmaz bir dostluğun atfedildiği bir kardeşe dönüşmüştü.

“Sıfır sorun”dan “herkesle sorun”a

2011 yılının başında yaşanan “Arap Baharı” bu güzel hikayeye son verdi. Esad rejimine karşı yapılan protestolar Suriye iç savaşına yol açtığında, Erdoğan hızla muhaliflerin koruyucusu rolünü üstlendi. Onlara, “kardeş” Esad rejimiyle çatışmak üzere, sınırdan geçmeden önce Türkiye topraklarında yerleşmek, talim yapmak, tedavi görmek, silahla donanmak olanağı verdi. Suudi Arabistan ve Arap Emirliklerden gelen mali destekten yararlanan, IŞİD veya El-Kaide gibi, cihatçı denen örgütlerin ağırlığı daha da önemli hale geldi. Bu örgütler, Erdoğan’ın ılımlı İslamcı hükümeti tarafından uygulanan kayırma politikası kadar, gizli istihbarat servisi ve polisin de sonsuz işbirliğinden ve desteğinden yararlandılar. Barışçı Yeni Osmanlıcılık politikası; Körfez’in güçlü devletlerinin ve Türkiye’nin dostu olan islamcı bir rejim kurmak üzere Esad rejimini devirme girişiminde bulunan silahlı gruplar tarafından gerçekleştirilen aktif müdahaleye dönüşüyordu.

Bu politika, 2014 yılına kadar, ABD ve diğer güçlü batılı devletler tarafından desteklendi. Irak’ta, ardından da Suriye’de IŞİD tarafından fethedilen toprakların genişledikçe; ABD ve diğer batılı güçler, Bağdat’ta ve Şam’da, Afganistan’daki Talibanlarınki gibi kontrol edilemeyen hükümetlerin kurulması tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını fark ettiler. ABD, bölgedeki müttefiklerinden bu tehlikeli oyunu bitirmelerini ve IŞİD ile mücadele etmek için uluslararası bir koalisyon kurmayı istediği zaman, Türkiye ve Körfez’deki müttefikleri bu koalisyona katılmak için kendilerine bir süre yalvarttılar. Erdoğan hükümeti, bir yandan koalisyona katılırken diğer yandan cihatçı grupları desteklemeye devam ederek ikili bir oyun oynamayı sürdürdü. Ayrıca cihatçı gruplar da, Erdoğan hükümetine, eğer kendilerine yapılan destek kesilirse misilleme yapacaklarını ve Türkiye topraklarında ölümcül bombalı saldırılar örgütlemekte hiçbir güçlük çekmeyeceklerini bildirmekte gecikmediler.

Diğer taraftan, Esad rejimi, İranlı ve Rus müttefikleri ile Lübnanlı Hizbullah savaşçıları tarafından desteklendi için, tüm tahmin ve öngörüleri yıkarak tutunuyor, yerinde kalmayı sürdürüyordu. O da “kardeşi” Erdoğan’ın davranışına cevap vermeyi ihmal etmedi. Esad rejimi, Türkiye’nin Kürt bölgeleriyle sınırı olan, Kürt nüfusunun bulunduğu Suriye’nin sınır bölgesinde (Rojava diye adlandırılan bölge) iktidarı, Türkiye’nin Kürt bölgelerindeki gerilla hareketini yaratan Kürdistan İşçi Partisi PKK’nin kardeş partisi PYD milislerine bıraktı. Esad böylece sadece ordusunu rahatlatıp sivil savaşın diğer cephelerine yönlendirmiyordu; aynı zamanda özerk Kürt bölgesi olan Rojava, PKK’ye sınırın diğer tarafından destek veriyor ve Erdoğan’ın ayağına batan yeni bir diken oluşturuyordu. Erdoğan, PKK ile Kürt bölgelerindeki savaşı bitirmek umuduyla belli belirsiz bir özerklik vaadi karşılığında, bir müzakere sürecine girmişti. Ama bu müzakere tamamen terk edilmeden önce, uzun süre sürüncemede kaldı.

Erdoğan’ın politikası birçok yönden felaketle sonuçlanıyordu. ABD politikası ile giderek daha fazla çelişkiye düşüyordu. ABD’li yetkililer, Erdoğan’ın yakınları tarafından İran’la örgütlenen gizli ticari ilişkilerle İran’a karşı uygulanan ambargonun ihlal edildiğini keşfettiklerinde de aynı şey söz konusu oldu. Öte yandan ABD, cihatçılara karşı Kürt savaşçılarına dayanma olanağını giderek daha fazla araştırıyordu. Sonuç olarak, Suriye’deki kriz ve Esad rejimiyle arayı açmak, Türk kapitalistlerine kârlı bir pazarı kaybettirdi. Daha sonra, Rusya ile girişilen kavga da aynı sonuçları doğuracaktı. Suriye’deki iç savaşın Türkiye topraklarındaki etkisi sadece, 3 milyon Suriyeli mültecinin akın akın gelmesiyle değil, IŞİD’in saldırılarıyla ve Kürt bölgelerinde yükselen tansiyonla da hissediliyordu. Bu politika, Türk büyük burjuvazisi içine kadar yayılan, büyüyen bir muhalefetle karşılaştı. Daha açık ve net biçimde Amerikan diplomasisinin yanında yer alan Gülen yandaşları ise, bunu ortaya koymaktan geri kalmadılar. 2013 yılının ilkbaharında İstanbul’un Gezi Parkında meydana gelen protesto gösterileri, Erdoğan rejiminin otoriterliğinin, kamuoyunun bir kesimi ve gençlik tarafından artık hoşgörüyle karşılanmadığını gösteriyordu. Sonuç olarak ekonomik krizin etkileri, enflasyonun artmasına, 2015 yılının baharındaki grevcilerle anlaşmazlık ve çatışmaların da gösterdiği gibi sosyal barışın sona ermesine yol açarak, giderek daha fazla hissediliyordu.

Gerilim stratejisi

7 Haziran 2015 seçimleri, rejimde yıpranmanın başladığını doğruladı. Seçimler özellikle Kürt yandaşı parti HDP’nin (Halkların Demokratik Partisi) başarısıyla damgalandı. HDP, sadece Kürtleri değil bütün Türkiye haklarını, onların barış içinde birlikte varolma gereksinimlerini savunma, Gezi Parkı olaylarında uygulanan baskı ve şiddetin ortaya koyduğu hoşgörüsüzlük ve polis şiddeti rejimini bitirme ekseni etrafında sürdürdüğü seçim kampanyası sayesinde destekleyici kitlesini genişletti. Parlamentoda temsil edilebilmek için gerekli %10’luk seçim barajını aşan HDP, oyların %13’ünü alıyor, 80 milletvekili seçilmesini sağlıyor ve ilk defa AKP’nin Millet Meclisi’nde mutlak çoğunluğu elde etmesini engelliyordu.

AKP için, sosyal demokrat parti CHP ya da aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile bir koalisyon hükümeti kurmak bir çözüm olabilirdi. Ancak Erdoğan, gerçek bir gerilim stratejisine atılarak, böylesi bir çözümü saf dışı bırakmak için her şeyi yaptı. 2015 yılının Temmuzunda, IŞİD tarafından örgütlenen ve Kürt yanlısı solcu militanları hedef alan Suruç katliamı, Erdoğan’ın sadece IŞİD’e değil, PKK’ye karşı da savaş açması için bir bahane oldu. PKK ile yapılan ateşkes anlaşmasını tamamen ortadan kaldıran Türk ordusu, Kürt bölgelerindeki illerin, kendi öz yönetim ve savunma gruplarını oluşturmaya çalışan belediyelerdeki mahallelere karşı, aylarca süren bir saldırı gerçekleştirdi. Buna paralel olarak, Erdoğan’ın konuşmaları genel olarak terörizme yöneliyordu. Bu konuşm IŞİD, İslam Devleti, devlet aygıtı ve polis içinde sahip olduğu açıkça belli olan destek görmezlikten gelinerek her şeyden önce Kürtler hedef alınıyordu.

Erdoğan ve AKP için, gerçek bir iç savaş ortamı yaratıp bu savaş ortamında olanaklı tek kurtarıcı gibi görünerek erken seçimlere gitmek söz konusuydu. 1 Kasım 2015’te gerçekleştirilen bu seçim AKP’nin Meclis’te mutlak çoğunluğu almasını sağladı. Bununla birlikte, HDP’yi ortadan kaldırmayı başaramadılar. Bu parti, «teröristlerin» işbirlikçisi olduğu iddia edilen bütün olumsuz karşı kampanyaya rağmen, %10.5 oranında oy almayı ve kendisini parlementoda temsil etmeyi başardı. Öte yandan, Anayasayı değiştirebilmek ve başkanlığa dayalı bir cumhuriyet sistemi kurmak için gerekli üçte iki oy çoğunluğunu almayı başaramayan Erdoğan için, sadece yarım bir zafer söz konusuydu.

Türkiye; Kürt bölgelerindeki savaşın yeniden başladığı, bombalı saldırıların yapıldığı, Gülenci olanların ya da böyle kabul edilenlerin temizlendiği, iktidarın «teröristleri» hedefleyen ve ülkenin istikrarına ve başkanına karşı aynı tek bir komplonun üyeleri olarak, bilinçli bir biçimde Kürt gerillalarıyla IŞİD’i birbirine karıştıran kampanyaları ile damgalanmış, tansiyonun böylesine yükseldiği koşullarda artık daha fazla devam edemezdi. Sonuç olarak 15 Temmuz darbe girişimi, sakin bir gökyüzünde çakan bir şimşek değildi.

15 Temmuz 2016 ve devamı

Ordunun Erdoğan’ın politikasından hoşnut olmaması ve bir fraksiyonunun darbe hazırlaması hiç de sürpriz olmadı. Ordu, AKP hükümeti tarafından, önce Kemalist general ve subayların daha sonra da Gülen sempatizanlarının temizlenmesi için bir dizi önleme maruz bırakılmıştı. Ordu, Kürtlere karşı başlatılan yeni saldırının ilk safında yer almıştı ve üstelik şimdiye kadar askerlerin her zaman en başta gelen savaş yanlısı olduğu hiçbir zaman yalanlanmadı. Her şeyden önce, iktidarın ani fikir değişiklikleri öylesine fazla ve hızlı ki, onlar bile hedef ve amaçlarının ne olduğunu tam olarak bilmiyorlar. Hükümet Kürtleri suçlamak istese de, askerler ve subaylar da büyük bir olasılıkla IŞİD tarafından gerçekleştirilen bombalı saldırıların hedefi oldular.

Şurası bir gerçek ki, uzun bir askeri darbeler geleneğine sahip olan Türkiye’de, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, hazırlıksızlığıyla şaşkınlık yarattı. Aslında, bu darbeyi gerçekleştirenler, Gülen hareketine mensup olduklarından dolayı maruz kalacakları yeni bir tasfiye hareketinin önünü kesmek üzere, hazırlıksız da olsalar zamanını beklemeden eyleme atılmış gibi görünüyor. Darbe girişimi, askeri hiyerarşinin bütün yüksek kadrolarının onayını almamış olsa da, geriye, en azından onların pasif kalmalarından yararlanıldığı gerçeği kalıyordu. Askeri hiyerarşi ise, açıkça bir tavır almadan ya da en basitinden hükümeti darbe girişimi konusunda uyarmadan önce, olay ve olguların nasıl geliştiğini görmeyi bekledi. Erdoğan Hükümeti, en azından darbe girişimine cevap vermede başarılı olduysa, bu durum, ona televizyonda müdahalede bulunması ve yandaşlarına sokağa inmesi için çağrı yapması konusunda zaman kazandıran, ordunun ve polisin bir fraksiyonunun desteği ya da kararsızlığı sayesinde gerçekleşti. Yandaşlardan bazıları darbecilerin tanklarına karşı koymaya gittikleri zaman, darbecilerin girişimlerinin iflas ettiği, başarısız olacağı zaten belli olmuştu.

Bununla birlikte, 15 Temmuz girişimi başarısız olsa da, ordunun hükümete verdiği desteğin zayıflığını ortaya koydu. Erdoğan’ın bu duruma yanıtı ise, yeni bir siyasi operasyon oldu. Halk, bir ay boyunca her akşam, demokrasiyi savunma mitinglerine davet edildi. Nüfusun çoğunluğu, kuşkusuz, Erdoğan’a karşı olsa da darbeye de karşıydı ve tankların sokakları doldurmasını istemiyordu. Erdoğan ise halkın bu tutumunu kendi lehine bir harekete dönüştürme işini üstlendi. Toplu ulaşım araçları ücretsiz yapıldı, belediyelerin bütün lojistik olanakları seferber edildi, televizyon ve bütün medya, Türkleri sürekli olarak ihanet eden hainlerin yıkmak istediği kanuni ve meşru otoriteyi destekleme gösterilerine gelmeye çağırarak, protesto gösterilerinin başarısını garanti altına alıyorlardı. Kitleler gösterilere katılmalı, Türk demokrasisini göklere çıkaran AKP liderlerini ve teröristler tarafından tehdit edilen demokrasinin lideri Erdoğan’ı alkışlamakla ve ulusal bayrağı sallamakla yetinmeli, bunlarla sınırlı kalmalıydı. Ayrıca, AKP lideri ve yöneticileri; darbe girişimine sempatiyle yaklaştıklarından, hatta ona yardım ettiklerinden şüphelendikleri Amerikalı ve Avrupalı yöneticileri suçlamayı da ihmal etmediler.

Aynı zamanda, Gülencileri hedefleyen temizlik ve tasfiye kampanyasının büyüyerek arttığına da tanık olundu. Bütün açıklığıyla ve büyük bir olasılıkla hükümet, tutuklanacak kişilerin listesine 15 Temmuz’dan çok daha önce sahipti. Başbakan Binali Yıldırım’ın 17 Ağustos’ta yaptığı genel bir değerlendirme raporuna göre, 40 bin kişi sorgulandı, bunların 20 bin 355’i, tabii ki hiçbir hukuki yargılama yapılmaksızın gözaltına alınıp tutuklandı. Ordu, polis teşkilatı, adalet ve hukuk alanlarında 79 bin 900 kamu görevlisi görevinden alındı. Hükümet ve medyanın “Fethullahçı Terör Örgütü”nün kısaca FETÖ adıyla andıkları Gülen örgütü ile ilişkisi olduğu varsayılan 4 bin 262 şirket ve kuruluşa el konulup kapatıldı. İktidara sadık olanlar, hemen hemen her yerde, hala saklanıyor olabilecekleri düşünülen hainlerin izini sürmeye devam ediyor. Son olarak, o an için 3 aylık olağanüstü hal ilan edildi. Bu kapsamda, devlet memurlarının ülkeyi terk edip yurt dışına çıkmaları da yasaklandı.

Öte yandan, mecliste bulunan AKP dışındaki diğer partiler de darbe girişimini kınayıp mahkum ettiler. Bunlar arasında, sosyal demokrat parti CHP, aynı zamanda da aşırı sağcı milliyetçi MHP ve HDP var. Erdoğan hangi partinin kendini bu durumdan çıkarabileceğini hızla gördü. HDP’den, PKK ile bağı ve teröristlere sempatisi olduğundan şüphelendiğinden ayrı gösteri yapmasını isterken, iki partiye (CHP ve MHP) demokrasiyi savunmak ve kendisini desteklemek üzere çağrı yaptı. Böylece CHP kendi mitinglerini düzenleyebildi. Özellikle 24 Temmuz’da, İstanbul’da Taksim Meydanı’nda, AKP’li belediyenin tüm lojistik desteğiyle bir miting düzenledi. Erdoğan sonuç olarak, Gülen’e ve darbecilere sempatisi olduğundan kuşkulanılan generallerin büyük bir bölümünün ordudan uzaklaştırıldığı anda, daha önce aynı Gülen’ciler tarafından görevden uzaklaştırılan ve yerlerine kendi adamlarının yarleştirildiği, Kemalist generallerle bir anlaşma yapıyordu. 150 general ve amiral tutuklanmıştı, bu Yüksek Komutanlığın yarısını teşkil ediyordu ve ordunun başında, yönetim kadrolarında oluşan büyük boşluğun dordurulması gerekiyordu. Böylece bu Kemalist generaller, haklarında açılan bütün davaların unutulacağı garantisiyle yeniden eski görevlerine getirildiler...

Erdoğan böylece, kendi solundan ve Kemalistlerden gelen destekle,
darbe girişimi sınavında büyük bir zafer kazanmış gibi göründü. Bu balayı birkaç ay sonra sona ermiş gibi görünüyordu. Çünkü kuşkusuz CHP, verdiği destek karşılığında elde etmeyi ümit ettiklerini alamamıştı. Erdoğan, iktidarda birlikte olmak ve bir koalisyon hükümeti çerçevesinde onların yardımını garantilemek için, CHP ya da MHP gibi diğer partilere güvenmiyor, onları fazlasıyla küçümsüyordu, önemsemiyordu. AKP hükümeti artık onlar olmadan da kendisini yeterince güçlü hissediyordu ve hatta şimdi baskı ve şiddet yelpazesini daha da genişletme cesaretini bulabiliyor. Uygulanan baskı ve şiddet başlangıçta sola dokunmasa da, Kürt yanlısı gazetecilere, KESK gibi kamu sektörü sendika üyelerine kadar genişletildi. Öyle ki, artık Gülen’cilerle hiçbir bağlantıları olmasa bile, memurlar, öğretmenler, başka sektörlerde çalışan çok sayıdaki ücretli emekçi dahil olmak üzere hiç kimse kendisini bu baskı ve şiddet yelpazesinin dışında, güvende hissetmiyor.

Çözülmeyen sorunlar

Erdoğan ve AKP iktidarı ya da en azından cumhurbaşkanının kliğine gerçekten bağlı parti gurubu, 15 Temmuz darbe girişimiyle başlayan açık krizden çıkışta güçlenmiş görünüyordu. Erdoğan, kurum ve kuruluşlarda aylar önce başlatılıp devam eden tasfiye, temizleme hareketini derinleştirip sürdürerek, bu durumdan yararlanmaktan da geri kalmadı. Öyle ki gerçek bir karşı darbeden söz edilebilir. Erdoğan’ın “demokrasisi” tümüyle keyfi bir hal aldı ve bir darbecinin zafer kazandıktan sonra inşa edebileceği bir demokrasi havasına büründü.

Aynı zamanda, artık Erdoğan’ın kendi tarikatı olan Nakşibendiliğin üyeleri de dahil yakınları, eskiden Gülen tarikatının kontrolü altında bulunan kurum ve kuruluşlara, okullara, kulüplere, şirketlere el koyuyorlar. Bahis konusu olan sadece iktidar değil, aynı zamanda da mali alan. Kazançlı makamlara insan yerleştirmek, şirketlerde ve ekonomide yer edinebilmek söz konusu.

Ancak uzun vadede Erdoğan’ın zaferi bugün göründüğü kadar kesin ve net olmayabilir. Darbe girişiminin öncesinde de var olan, Erdoğan’ın karşı karşıya bulunduğu sorunlar olduğu gibi duruyor. Hatta, kendilerini daha da keskin bir biçimde dayatıyor. Şimdi Erdoğan hükümeti, bir yıldan fazladır seçtiği gerilim stratejisinin, ayrıca kuşkusuz darbe gişiminin de yarattığı sıkıntıların faturasını ödemek zorunda.

Erdoğan hükümeti, dış politikayla ilgili olarak ise, 15 Temmuz girişiminden önce bile yön değiştirmeye başlamıştı. Suriye’deki cihatçı grupları destekleme politikasının başarısızlığını üstü kapalı bir biçimde kabul ederek, şimdi onlarla mücadele ettiğini göstermek istiyor. Türk ordusu tarafından 2015 yılının Kasımında düşürülen Rus uçağı için, Rusya’dan resmi olarak özür diledi ve bu olaydan sonra ilişkisini koparttığı Rusya ile yeniden ilişki kurdu. Erdoğan ve Putin, Ağustos ayında, bu dönemin unutulduğunu ve iki ülke arasındaki çok sayıdaki ekonomik işin yeniden başlayacağını doğrulayarak bir araya geldiler. Türk tutumunda İran’ın koruması altındaki Esad rejimine karşı bir yumuşama olduğuna dair haber veren, İranlı yöneticilerle ilişkilerin yeniden başlatılması süreci de işliyor. Türk ordusunun, bu görüşmeden birkaç gün sonra, Suriye’ye girerek IŞİD’in mevzilerine saldırması da kesinlikle bir tesadüf değil. IŞİD tarafından 20 Ağustos’ta, Gaziantep’te, bir düğün için toplanan Kürt ailelere yapılan saldırıya resmi olarak cevap vermek söz konusuydu. Ancak Ankara’nın ordusu, bu mevzileri işgal ederek, aynı zamanda Rojava’nın topraklarının genişlemesini engellemek, onlara Fırat Nehri’nin doğusuyla sınırlı kalmalarını buyurmak için Suriyeli Kürt milislerle çatışmak zorundaydı.
Böylece Türkiye’nin, Suriye topraklarına girmeden önce, bu ana kadar Suriyeli Kürt milislerin ilerlemesini desteklemiş olan Rusya’nın, İran’ın ve aynı zamanda da ABD’nin onaylarını almak istediği bariz bir biçimde görülüyordu. Erdoğan, aynı zamanda, ne Rojava’nın yayılmasını ne de Suriye’de gerçek bir Kürt özerkliğini hoşgören koşullarını dayatarak, Suriye’nin geleceğiyle ilgili yapılacak müzakereler masasına kendisinin de davet edilmesini istiyor. Kürtler, tarihlerinde birçok defa olduğu gibi bir kere daha, farklı güçlü devletler tarafından ara sıra verilen desteğin kırılganlığının, dayanıksızlığının deneyimini yaşıyor. Güçlü devletler Kürtleri kullandıktan, bazı diplomatik pazarlıklardan sonra terk etmeye hazırlar. İran, Irak, Türkiye ve ABD bunu daha önce birçok defa yaptı.

Böylece Erdoğan hükümeti kuşkusuz, Türkiye’deki Kürt sorunuyla yüzleşip meydan okumak için kendisini en iyi konuma yerleştirmeyi ümit ediyor. Çünkü, Erdoğan’ın seçim hesaplarına dayalı olarak onun ordusu tarafından 2015 yılının Temmuz ayından beri Kürt bölgelerinde yürütülen saldırı, açıkçası Kürt sorununu hiçbir açıdan çözmedi. Türk ordusu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Kürt bölgelerinde uzun süreli bir savaş yürütme gücüne her zamankinden daha az sahip ve müzakerelere kaldığı yerden devam etme sorunu kendini dayatıyor. Üstelik pazarlıkların, daha da ağır, kötüleşmiş koşullarda ve PKK’nin bugün, Türk iktidarı tarafından verilecek, iki yıl önce kabul ettiği bazı tavizlerle yetinme güvencesi olmadan gerçekleştirilmesi gerekiyor.

Ancak faturanın öncelikle ülke içinde ağır ve kabarık olacağı görünüyor. Bu son haftalarda, Fethullah Gülen’den PKK’ye ve IŞİD’e kadar bütün bu örgütlerin teröristleri tarafından tehdit edilen demokrasiyi koruma ve savunma konulu, istek üzerine gerçekteştirilen protesto gösterileri, sorunları ve zorlukları gizlemek üzere olmayacak.
Farklı kurum ve kuruluşlardaki Gülencilerin tutuklanmaları ya da görevlerinden alınmaları, buralarda büyük kadro boşlukları oluşturdu. Tutuklamalar nedeniyle kadroları eksilen üniversiteler, hastaneler kapandı, çalışanlarının bir bölümünden yoksun kalan özel okullar eğitime başlandığında ne yapacaklarını bilemediler. Darbeye katıldıklarına ya da bu darbeyi gerçekleştirenlere sempatileri olduğuna dair hiçbir delil bulunmayan kişileri, sadece iktidarın basit bir kararnamesiyle tutuklayan, hapseden, işten çıkaran, görevden alan bu demokrasinin, nasıl bir demokrasi olduğu sorusunu kendimize soruyoruz.

Diğer taraftan, ekonomik kriz, birçok ekonomik faaliyetin durması, ayrıca Türkiye’de olup bitenlerden korkan turistlerin gelmemesi nedeniyle daha da arttı. Enflasyon nüfusun ücretli çalışan kesiminin alım gücünü kemirmeye, azaltmaya devam ediyor. İşverenler de kendi taraflarında, işçi sınıfına, özellikle de işten çıkartılma söz konusu olduğunda tazminat ödenmesi gibi bazı konularda geri adım atılması için hükümete baskıda bulunuyorlar. Onlar da hükümetin, ücretli çalışanların acil taleplerini sınırlamak için harekete geçmesini bekliyor. Oysa işçi sınıfı kendisini hiç de yenilmiş hissetmiyor. 2015 yılının bahar aylarında Metalürji emekçilerinin mücadelelerinin gösterdiği gibi, işçi sınıfı daha iyi bir duruma alıştı, kendi gücünün bilincine vardı ve geri adım atmayı kabul etmeye hazır değil. Seçmen tabanını fazla baltalamamak, zayıflatmamak konusunda dikkatli olan Erdoğan hükümeti, işçi sınıfıyla çatışmaya girmekten kaçınıyor. Bu özellikle, Erdoğan hükümetinin 2016 başında asgari ücreti net 1300 Türk Lirasına (% 30 artışla yaklaşık 400 avro) arttırması sırasında da görüldü.

AKP’yi içten yıpratan, parçalayan, benzeri görülmemiş klik mücadeleleri, İslamcı partinin, bir ganimet ele geçirmek, kendi taraftarlarını tatmin etmek ve burjuvazinin çıkarlarıyla uyumlu bir siyaset yürüten hükümet partisi oluşturmak için azgın bir biçimde birbiriyle yarışan farklı tarikat grupları arasında çok fazla bölündüğünü gösteriyor. Bu bakış açısıyla, onun İslamcı etiketi, kendisinden önce gelen ve yolsuzluklarla hızla güvenilirliklerini kaybeden, laik denilen partilerin devamı olarak kabul edilmeyi istemesini engellemiyor. AKP, iktidarda daha uzun süre kalmış ve uzun ömürlü olmuş olsa da, Erdoğan akıbetinden kaçabilmek için her yolu denese de, aynı sürece maruz kalıyor.

Hükümet partilerinin yetersizlikleri, sadece, Türk burjuvazisinin kendisinin çelişkilerini, en acil çıkarları haricindeki kendi işlerini yönetmek ve yürütmekteki yetersizliğini yansıtıyor. Erdoğan’ın başkanlık sistemine dayalı cumhuriyet projesi, kararları herkese empoze edilen bir yürütme gücü dayatarak bu soruna yanıt verme girişimidir. Ancak bu projeyi sonuca ulaştırıp uygulamaya koyacak olanaklara sahip gibi görünmüyor. Türk burjuvazisinin bu yetersizliğinin cevabı, birçok defa, ordunun müdahalesi ve askeri darbeler oldu. Hatta politikacılar, bir süre cezaevine gönderildi ve böylece aralarındaki çelişki ve çatışmalara hakemlik edildi. Aslında dikkatli bakıldığında 15 Temmuz darbe girişimi de tıpatıp bu mantıktan kaynaklanıyor. Girişim başarısız oldu ve ardında bölünmüş, aşağılanmış ve hoşnutsuz bir ordu bıraktı. Ama hiçbir şey, benzer projelerin daha şimdiden ordunun bağrında olgunlaşmadığını göstermiyor. Erdoğan, ordusunun başına kendi güvenilir adamlarını yerleştirerek kendini güvenceye almaya çalışsa da, tarih, hükümetlerine tam güven sağlayan ve tam bağlılık sözü veren orduların, onu devirip, cezaevine göndermesinin örnekleriyle dolu.
Eğer durum kötüleşmeye devam ederse, Erdoğan’ın darbeciler karşısında kazandığı zaferin geçici ve kısa ömürlü olduğu ortaya çıkabilir. Ordu siyaset sahnesine tekrar müdahalede bulunabilir ve bu defa darbesini gerçekleştirebilir. Böylece, modern Türkiye’nin tarihinde beşinci kez, askerler, burjuvazinin, yöneticilerinin çelişkilerden çıkmasını sağlar. Darbe girişiminin, bu defa, kamuoyunun giderek daha da bıkkınlaşan ve (kendilerini bir ay boyunca her akşam desteğe çağıran) Erdoğan’ın demokrasisinin sınırlarını ölçme fırsatına sahip olmuş bir kesimi tarafından olumlu karşılanması da mümkün.

Aynı zamanda, nüfusun bir kısmının bu darbe girişimini ciddiye almaması da olası. Ayrıca ümit edilen de bu. İktidar, istek üzerine gerçekleştirilen hareketli ayları süresince, gerçek egemenliğin bir avuç darbeciye değil halka ait olduğunu sürekli olarak tekrarladı. Bununla birlikte, halkı harekete geçirdiyse de, bu sadece iyice çerçevelenmiş sınırlar içindeki mitinglerle gerçekleştirildi. Bu mitinglerde insanlar, Türk bayraklarını sallamaya, milleti ve teröristlerin tehdidi altındaki bir başkanın eserini övüp göklere çıkaran konuşmacıları alkışlamaya davet edildi. Erdoğan, eğer iktidar gerçekten kitlelerden kaynaklanıyorsa, kitlelerin söz alma ve kendi taleplerini dayatma haklarının olduğunu söyleyen çok sayıdaki emekçiyi engelleyemeyecek. Gezi Parkı olaylarındaki göstericilerin, İslamcı ahlak düzeninin hileci ve sinsi yükselişinden endişe duyan kadınların, haklarının kabul edilmesini isteyen Kürtlerin ve ücretleri artırmak için mücadele eden emekçilerin, kendinde her şeyi yapma hakkını gören patronlara söylececek çok sözü var. Darbeci askerlere karşı, yolsuzluklarını sergileyen burjuva politikacılarına karşı, giderek daha da otoriterleşen rejime karşı, son nefesini vermekte olan kapitalist sisteme karşı gerçekten demokratik olan tek politik iktidar, emekçilerin kuracağı demokratik bir iktidar olacak. (12 Eylül 2016)

Sınıf Mücadelesi, No° 178, Eylül-Ekim 2016


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Güncel Yazılar   ?