Sinif Mucadelesi

Emperyalizmin kargaşasına ve kokuşmasına karşı işçi sınıfının mücadele programı

Perşembe 21 Mart 2019

Dünyanın durumuyla farklı bölgelerdeki karışıklıklar arasında derin ve organik bağlar var. Aynı durum emperyalist güçlerin hem ekonomi hem de uluslar arası ilişkileri için de geçerli. Artık insanlık, kendi faaliyetlerinin sonucu olan küresel ısınmaya ve okyanusların adeta çöplüğe dönüşmesi karşısında aciz.

Tüm bunlar ve birbirinden farklı görünen olaylar, aslında tek bir gerçekliğin, yani kapitalist ekonominin küresel krizinin ifadesi.

Gündeme getirdiğimiz kriz, sadece şu sıralar yaşadığımız, çünkü kapitalizmin krizleri yeni değil. Kapitalizmin en başından beri krizler yaşandı ama ilk aşamasındaki krizler, kapitalizmi düzenleme işlevini yerine getiriyordu.

Troçki, Haziran 1921’de Komünist Enternasyonal’in III. Kongresinde kapitalizmin “sıradan” krizlerinden söz ederken “Kapitalizm, bir proletarya devrimi ile yıkılmadığı müddetçe devamlı aynı iniş çıkışı, aynı dönemeçleri yaşayacak. Kapitalizm, ortaya çıkışından beri krizleri ve iyileştirmeleri yaşıyor ve bu durum mezara gömüleceği zamana kadar sürecek” demişti.

Troçki aynı zamanda şunu da görüyordu: “Kapitalizm gelişme aşamasındayken kriz kısa sürer ve yüzeyseldir (...). Yozlaşma dönemindeki krizler çok uzun sürer, iyileşme dönemi ise kısa sürer, yüzeyseldir ve vurgunculuk temelinde oluyor.”

Temel gelişim finansa bağlı olup “hissedarlar artık asalaklaştı.” (Troçki, Günümüzdeki Marksizm, 1939). Elbette kapitalist ekonominin çürüyüşü bugün başlamadı. Bugün kriz, kapitalizmin tahribatlarını daha net ve açık ortaya koysa da, ekonominin finans çevrelerinin eline geçmesi yeni değil.

Lenin de bir yüzyıl önce bunu görüp emperyalizmden; kapitalizmin bunama aşaması olan emperyalizmden söz etti. Troçki, Geçiş Programında “can çelişen kapitalizm” diyordu.

Kapitalizmin can çekişmesi, Lenin ve Troçki’nin ümit ettiğinden çok daha uzun sürdü. Ancak bir toplumsal düzeninin yaşamı bir insanın yaşam süresi ile aynı şekilde ölçülemez. İnsanlık, can çekişme süresinin çok uzamasının bedelini geçen yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı ile ödedi.

Kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden doğmuşa benzer bir dönem yaşadı. Fakat çok sınırlı ve çok yüzeyseldi. Yaklaşık 20 yıl sürdü ve bu süre, 1970’den bu yana ardı ardına yaşanan kriz dönemlerinden çok daha kısa. Uluslar arası para düzeninin çöküşü, finans çevrelerinin küçük veya büyük sarsıntılarına neden oldu. Bu nedenle üretim genel olarak geriledi, işsizlik kitlesel seviyeye tırmandı, kapitalist ekonomi bundan kurtulamayacağı bir sürece girdi.

Bunun anlamı nedir? Pazar, kitlelerin çoğunluğunun, emekçi kitlelerin, temel olarak ücretlilerin satın alma gücü artmıyor, aksine azalıyor. Şirketler, hissedarlarının kârını daha fazla ürün satarak arttırma olanağını yitiriyor.

Kapitalist arasında artı değeri paylaşmak için...

Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve tekeller arasındaki rekabete rağmen bilim ve teknoloji ilerlemeye devam ediyor. Ancak bu ilerleme, kapitalist ekonominin temel çelişkilerinden birini, yani üretim olanaklarının sınırsız artışı ile pazarın sınırlı oluşu arasındaki çelişkiyi büyütüyor.

Üretimin tümden artması yoluyla ve bütün emekçilerin katılımıyla üretilen artı değerin çoğalmasıyla oluşabilecek farklı bir durum, artı değer kapitalistler tarafından ele geçirildiği için gerçekleşmiyor.

Özel sektör kârı üzerine kurulu olan bir ekonominde, üretilen artı değeri kim daha çok kapacak yarışı; özel şirketler arasındaki kavgayı arttırıp daha şiddetli kılar.

Kapitalistler arasındaki bu savaşın kuralı, güçlü olanın daha az gücü olanı ezmesidir ve bunun sonuçları üretime yansır. Böylece kapitalistlerin özel çıkarları, sadece toplumun genel çıkarlarıyla ters düşmekle kalmaz, aynı zamanda onların sınıf çıkarları ile de ters düşer.

Kapitalistler, sömürülen sınıfa karşı ortak çıkarları temelinde davranır. Ancak diğer yandan kapitalistler arası ilişkilerde geçerli kural, orman kanunu. Bu aynı gerçeğin iki farklı yönüdür.

Kapitalist sınıfın genel çıkarları ile her kapitalistin özel çıkarı arasındaki diyalektik
çelişki, ekonominin finans sektörünün hâkimiyetine geçmesiyle daha da büyüdü.

Burjuvazinin geliri içinde payı en fazla büyüyeni, mali kazançları. Büyük sermayenin en önemli kazancı üretimden değil, mali işlemlerden kaynaklanıyor. İşte büyük sermayenin giderek üretime değil, mali işlemlere yönelmesinin esas nedeni budur.

Finans sektörünün gittikçe daha fazla büyümesinin sonucu, gerçekleşen kârın daha büyük kısmına el atması oluyor.

Basının kârın “artışı” dediği, temel olarak finans sektörünün ve büyük şirketlerin kârının artması; artan kârın şirket sahipleri ve hissedarları arasında paylaşılıp servetlerine servet katmalarıdır. Emperyalist aşamaya geçildikten sonra kapitalist ekonomi, mali sermeyeninin idaresi altına girdi. Ekonomi mali sektörün hâkimiyeti altına geçtikçe, bu kesim tüm ekonomik faaliyetlerin kanını emiyor.

Tüm ekonomik faaliyetlerin arkasında aynı sermaye, daha doğrusu büyük burjuvaziye ait olan aynı tekelleşmiş büyük sermaye var; hepsi mali sektöre pay vermek zorunda. Mali sektörün asalaklılığı, tüm kapitalist ekonomiyi içten içe kemiriyor.

... Sömürülenlere karşı verilen acımasız bir savaş temellerinde oluyor

Kapitalist gruplar arasındaki artı değeri paylaşma kavgasının temeli, kendi küresel paylarını artırmak için işçi sınıfına karşı yürüttükleri savaştır.

Bir işi olan emekçilerin sömürüsü artıyor ve işsiz emekçiler, işleri olmadığı için daha büyük bedel ödüyor.

Emekçiler kamu hizmetlerini kullandıklarında, sağlık hizmetlerinden yararlandıklarında, bakımevlerinde kaldıklarında, okul ve ulaşım olanaklarını kullandıklarında, devlet bu hizmetlere zam yaptığı için daha büyük bedel ödüyorlar. Devlet buradan gelen parayı da mali sektöre akıtıyor.

Finansın kapitalist ekonomiye egemen olması nedeniyle ekonomideki anarşi artıyor, kapitalist şirketlerle kapitalist ülkeler arasındaki yarış zirveye çıkıyor.

Kemik miktarı artmayınca köpekler arasındaki kavga büyür ve içlerinden en saldırgan, en kurnaz ve özellikle de en güçlü olanlar, en küçük ve zayıf olanlara göre aslan payını kapar!

Sonuçta, hem ulusal hem de uluslar arası arenada güncel siyaseti bu kavga belirliyor.

Bütün ülkelerde, durum ne kadar farklı olursa olsun, iktidardakilerin etiketi ne olursa olsun, uyguladıkları siyaset; aynı işçi düşmanı siyaset, aynı kemer sıkma siyaseti. Siyasi etiketleri farklı olsa da, her ülkedeki iktidarın hedefi, en tepedeki burjuvaların ulusal gelir içindeki payını arttırmaktır. Bunun sonucu bir yanda işçilerin yaşamına darbe vurulması, diğer yanda küçük ve orta burjuvazinin hayat seviyesinin aşağıya çekilmesidir.

Bugünkü kriz, uluslar arası seviyede korumacılık siyasetlerini güçlendirdi, yani devletler kendi burjuvazilerini diğerlerine karşı korumak için önlemler aldı. Örneğin ABD’nin Çin’e ve Avrupa ülkelerinin tümüne karşı uyguladığı ekonomik savaş; Avrupa ülkelerinin, AB üyeleri dâhil kendi aralarındaki sinsi ekonomik savaş var. Ayrıca tüm emperyalist ülkelerin, yoksul ülkelere karşı yürüttüğü ticaret savaşları var. Hatta buna savaş bile demek zor, çünkü güç dengesi çok eşitsiz. Elbette emperyalistler arasındaki güç dengesi de çok eşitsiz, çünkü Avrupa burjuvazisi, ABD’dekilere göre daha zayıf ve üstelik kendi aralarında gerçek bir güç birliği yok. Bu nedenle ABD’ye karşı seslerini bile çıkaramıyorlar. Örneğin ABD, İran’a, Rusya’ya, Küba’ya ve başka ülkelere karşı kısmi veya tam ambargo kararı alınca Avrupa ülke yöneticilerinin tek yaptığı şey ağlayıp sızlanmak.

Ticaret savaşları o kadar karışık ki;
- hatta o kadar saçma ki, aslında kapitalist sistemin kendisi tümüyle bir saçmalık diyebiliriz

- ekonomiler o kadar iç içe geçmiş ki bir kapitalist ülkenin rakip bir başka kapitalist ülkeye karşı aldığı korumacı önlemler, sonunda kendi kapitalistlerine zarar verir, çünkü rakip ülkede yatırımı vardır. İşte Trump’ın söylemleri genellikle laftan ibaret, çünkü korumacılık tedbirleri alacak olursa, yan etkileri olacağı için daha çok tehditle sınırlı kalıyor. Diğer yandan mali sektörün hâkimiyeti altındaki küreselleşmiş bir ekonomide sermaye, vurgunculuk amacıyla büyük boyutlarda sınırları aşıyor ve bu nedenle tehdit, lafla sınırlı olsa da, gerçek ve beklenmedik tehdide dönüşebilir.

Askeri çatışmalar ekonomik savaşın yansıması

Askeri çatışmalar, yerel çatışmalarla sınırlı olsa da, doğrudan veya dolaylı, ekonomik savaşın yansıması. Özellikle emperyalistler arası rekabetin çok yoğun olduğu, petrol kaynaklarının bulunduğu Ortadoğu’da, rekabet kriz döneminde daha fazla büyüyor. Bugün Suriye’nin İdlib kentinde bombalar altında ölenler, daha önce Musul veya Halep’te ölenler için, siyasi liderler vatan için öldüler yalanını yutturamaz; çıkar savaşları nedeniyle öldüler. Tıpkı bombalardan, yoksulluktan ve diktatörlerden kurtulmak için kaçanlar gibi çıkar savaşlarının kurbanılar.

Ekonominin kargaşa içinde olması, hem uluslar arası ilişkilere hem de her kapitalist ulusa yansıyor.

Siyaset aynı zamanda mali sektörün egemenliği altındaki ekonomiye de yansıyor ve sermaye, kazanç getiren yatırımlar için yeryüzünün bir ucundan diğer ucuna ışık hızıyla hareket ediyor. Üretim alanlarına yapılan yatırımlar ile salt kısa vadeli vurgunculuk için yapılan sermaye hareketliliği arasında artık sınır kalmadı.

Emperyalizm hâkimiyetini, halkların kanını akıtarak ve onlara feci acılar çektirerek sağladı; bu yolla büyük sermaye sömürgelerde talanlar yaptı. Talanın sürebilmesi için yollar, limanlar, demiryolları, inşa etmek gerekti. Ancak mali sektörün hâkimiyetindeki sermaye için bunlara gerek kalmadı. Artık sermayenin hareketleri öngörülemez ve çok karışık. Vurgun yapmak amacıyla hareket eden sermaye, sadece hisse senetleri, para birimleri veya bakır, çinko veya kereste, buğday veya şarap gibi tarım ürünleri ile sınırlı kalmıyor. Artık devletler üzerine, onların mali durumları üzerine, devletin tüm faaliyetleri üzerine, ekonomilerinin durumu üzerine de vurgunculuk yapıyor. Hiç beklenmedik bir anda bir ülkenin üzerine çullanır, hızla vurgun yaparak geldiklerinden daha hızlı, o ülkeyi terk eder. Fakat ülkeyi harap ederler.

Brexit gibi bir hükümet krizi, Brexit gibi bir kriz, yani İngiliz hükümetinin AB’den çıkmak istemesi, Trump’ın korumacılık kararları veya İtalya’da aşırı sağın iktidara gelmesi gibi olaylar, vurgunculuğa yol açıp ekonomik durumu daha kötüye sürükler. Siyasi kargaşa, siyasete yansır ve bu da yeniden ekonomiye yansır.

Burjuvazinin kendisi de felakete yol açacak bir ekonomik çöküşten korkuyor. İktisatçılar buna sistemin krizi ismini verdiler.

Sorun bunun olup olmayacağını veya ne zaman gerçekleşeceğini tahmin etmek değil. Bunu önceden hiç kimse, ekonomiye hâkim olduklarını iddia ettikleri halde asında hiçbir şeye hâkim olmayanlar, göremez.

7 Eylül 2018 tarihli Le Monde gazetesi şu başlığı atmıştı: “Gelişmekte olan ülkeler büyük bir sarsıntıya yakalandı” ve ardından şu gözlemi yaptı, “aslında tam olarak fırtınaya yakalanmadılar ama gelişmekte olan pazarlar, tehlikeli bir şekilde iyice sarsılıyor.” Tüm bunlar, dünya ekonomisinin büyük bir kargaşa yaşadığını, aynı zamanda birbirine çok bağımlı olduğunu, öyle ki dünyanın farklı bir yanında, aynı anda, çok farklı ülkelerde aynı sarsıntıların yaşandığını anlatıyor: “Çarşamba 5 Eylül’de Endenozya rupisi, Asya krizinin yaşandığı 1998 krizi seviyesinin de altına düştü. Ardından ağustosta Türk lirası ve Arjantin pezosu, Rus rublesi, Brezilya’nın reali ve de Meksika pezosu, son günlerde iyice sarsıldı. Gelişmekte olan ülkelerin para birimleri gittikçe sarsılıyor, 2008 mali krizde yaşanan duruma benzer haldeler.”

2008’deki mali krizden bu yana yaşanan son kriz, tek kriz değil, çünkü başka sarsıntılar da yaşandı. Bunun yeni bir uyarı olduğunu görmemek mümkün mü? Troçki’nin 1938’de o dönemde dünyanın durumu ile ilgili yaptığı gözlemi hatırlamamak mümkün mü? “İşsizlik iyice artıyor (…) devletlerin mali krizi büyüyüp para birimleri düzenini sarsıyor (...) Burjuvazi bundan bir çıkış yolu göremiyor (...) Kapitalizmin sürekli batmasının getirdiği emperyalistler arası çelişkiler öyle bir seviyeye ulaştı ki farklı kanlı sosyal patlamalar (Habeşistan, İspanya, Uzakdoğu, Orta Avrupa, ...) kaçınılmaz bir şekilde dünyanın tümünde bir yangına dönüşecek.”

Troçki’nin zamanında tarif ettiği durum ile bugün yaşanan durum arasındaki benzerlik, rastlantı değil. Aradan uzun zaman geçmiş olmasına ve durumda farklılıklar olmasına rağmen çürümekte olan kapitalizmin kasılmaları çok benzer. Benzer şekilde bu durumla baş edebilmek için gerekli olan işçi sınıfı programı da aynı.

Sömürülenler için bir sınıf programı ve bunu taşıyacak bir parti gerekli

Yaşanmakta olan kapitalist krizin gelişimi nasıl olursa olsun, şimdiden işçi sınıfının yaşam şartlarını yıllarca geriye götürdü. Kriz, gerek doğrudan gerek dolaylı etkilerinden ötürü, tüm toplumsal yaşamı etkiledi. Tıpkı bir önceki büyük krizin 1929’dan sonra tüm insanlığı İkinci Dünya Savaşı’nın barbarlığına sürüklemesi gibi.

1970’lerden sonra başlayan kriz, 1929’daki kara Perşembe gibi, yani bir gün içindeki ani mali çöküşle başlamadı. Zamana yayıldı -elbette 2008’de ciddi bir çöküş olmuştu- ve sürünerek devam etse de insanlık için aynı tehlikeleri taşıyor.

O dönemdeki temel sorun; toplumu hangi sınıfın yöneteceğiydi. Burjuvazi, toplumu çöküşe sürüklüyor. Bugünkü nesnel durum, sosyal devrim sorununu yeniden çok ciddi olarak gündeme taşıdı. Devrim, burjuvazinin iktidarına son verecek ve emekçiler bir sınıf örgütlülüğü temelinde elde ettikleri güçle büyük burjuvaziyi mülksüzleştirip toplumu baştan aşağıya yeniden örgütleyip üretim araçlarının özel mülkiyetine, kâr ekonomisine ve de rekabete son verecekler.

Sosyal devrimi gerçekleştirebilecek güce sahip olan tek sosyal sınıf, işçi sınıfıdır. Geçmişte işçi sınıfı birkaç defa, hedefi burjuvazinin iktidarını yıkmak olan partiler inşa etmişti.

Fransa’da böyle bir parti olarak ilk inşa edilen Sosyalist Parti’nin böyle bir hedefi vardı, ancak çok uzun zamandır burjuvazinin safına geçti. Troçki’nin sağlığında bu parti, bir hükümet partisi olsa da, işçi sınıfı ile bazı bağlarını sürdürüyordu. Artık böyle bir durum kalmadı. Şimdi Sosyalist Parti’nin saflarındaki tüm siyasetçiler, burjuvaziye hizmet veriyor ve kapitalist düzeni savunuyor. Sosyalist Parti, tüm güç ve olanaklarıyla burjuvazinin sol kanadında.

Fransız Komünist Partisi, görevine sırtını dönmüş olan Sosyalist Parti’nin yerini almak için kurulmasına rağmen, aradan birkaç yıl geçtikten sonra aynı yolu tuttu. Tarihi açıdan Sosyalist Parti ile Fransız Komünist Partisi arasındaki fark, Fransız Komünist Partisi’nin burjuvazinin hizmetine geçmeden önce Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren bürokrasinin hizmetine girmiş olmasıdır. İkisinin geçirdiği süreç farklı olsa da, aynı yere vardılar.

Sendikalar da giderek burjuva devletinin bir parçası haline dönüşerek en sonunda aynı yere vardılar.

Troçki 1938’de krizin sonuçları ve savaşa doğru gidişine ilişkin durumu şöyle özetlemişti: “İnsanlığın tarihi krizi, devrimci önderliğin krizi şeklinde özetlenebilir.” Bu fikir, o kadar belirleyiciydi ki Troçki, Geçiş Programında üç defa farklı şekillerde tekrarladı.

Troçki’nin ölümünden sonra da kapitalist düzenin yıkıcılığı devam etti. Büyük sermayenin iktidarını gerçekten tehdit edebilecek tek sınıf olan işçi sınıfının çıkarlarını savunan eski sınıf partileri, artık sınıfı silahsızlandıran araçlar haline dönüştürüldüğü için sınıf kavramına bile karşı çıkıyorlar. Oysa kapitalist düzene gerçekten karşı çıkıp onu yıkabilecek tek yöntem, işçi sınıfının bilinçli sınıf mücadelesidir.

Ancak sınıf mücadelesi sadece bir fikir değil, kapitalizmin sınıf ilişkilerinin köklerine yerleşmiştir ve krizin derinleşmesi, bu gerçeği açıkça ortaya çıkarıyor.

Günümüzdeki gerçek sorun, derin bir gerçek olan sınıf mücadelesine siyasi bir sınıf gerçekliği katmaktır. Bugün en temel görev budur ve her şey de buna bağlı.

Krize ve sonuçlarına karşı işçi sınıfı baş kaldıracak. Bunu sosyal devrim bayrağı altında yapmalı. İşte bu nedenle işçi sınıfı, kendine bir program oluşturmalı ve bunu ete kemiğe büründürecek bir parti inşa etmeli. Troçki’nin yaşadığı dönem geride kalsa da bugün de aynı ihtiyaçlar geçerli. İşte bu nedenle devrimci komünist militanlar için bugün de en iyi rehber, Geçiş Programı.

Burada sorunun farklı yönlerine yeniden değinmeyeceğiz; yani Troçki’nin geçici taleplerine değinip onları günümüze göre yeniden ifade etmeyeceğiz. Sorun bir reçeteler bütünü oluşturmak değil.

Geçiş Programı sınıf mücadelesi veren işçi sınıfı içindir. Marks’ın dediği gibi “Fikirler kitleler tarafından benimsendiklerinde bir güce dönüşür.” Ancak devrimci militanlar, kesinlikle oturup bunun gerçekleşmesini beklemez. Görevleri, bu programın gerçekleşmesi için mücadele etmektir. Gündemde olmadığında, işçi sınıfında böyle bir bilinç olmadığında, bu hedef doğrultusunda mücadele verilmeli.

1938’de emekçilerin Haziran 1936’da büyük grevleriyle kazandıkları hakları için sevinmelerinin bir anlamı kalmamıştı. Savaş, Çin’de ve Habeşiştan’da başlamıştı, İspanyol devriminin yenilgiyle sonuçlanmasıyla İkinci Dünya Savaşı, geliyorum demişti! Savaş hem öncesinde kazanılan tüm hakları sıfırladı hem de tüm insanlığı barbarlığa sürükledi.

Bugün, 1930’ların ortalarında başlayan iki zıt gücün kavgasının zamanla dünya savaşına giden yolu çizişinin benzeri bir gidişat görülmüyor. Ancak tarih hiçbir zaman aynen tekrar etmez. Bugün de devam eden farklı savaşlar hep sürdü ve elbette genelleşip bir dünya savaşına dönüşebilir.

İşçi sınıfı, kapitalizmin nesnel durumuna görece, sahip olması gereken sınıf bilincinden çok uzak. Ancak Troçki’nin 1938’de Geçiş Programı vesilesiyle ifade ettiği formülü yeniden tekrarlarsak; “Yaptığımız faaliyetlerin bilimsel olmasının nedeni, programımızın kitlelerin bugünkü geçici siyasi durumuna veya ruh haline göre değil, sınıflı toplumun ekonomik yapısının nesnel durumuna göre olmasıdır.”

Nihayetinde, emekçilerin sınıfsal taleplerinin gündeme gelişini dayatacak olan nesnel durumdur. Ancak bu talepler, işçi sınıfı içinden gelmeli; burjuvazinin ve onun işçi sınıfı içerindeki avukatlarının ortaya attığı hayallerden uzak olmalı.

İşsizliğe karşı etkili mücadele etmenin tek yolu; mevcut işin, hiçbir ücret kaybı olmadan, tüm emekçiler arasında bölüşülmesi, işçi çıkarmanın yasaklanmasıdır. Bu can alıcı konuyla ilgili yapılacaklar basit ve çok önemli.

Enflasyonun düşük olduğu dönemlerde emekçilerin ve emeklilerin satın alma gücünü koruyabilmek için fiyat artışları oranında gelirlerinin arttırılması isteği, uzun süre imkansız dışı göründü. Ancak yeniden gündeme gelebilir. (Bu konuda Türkiye’deki emekçiler, satın alma güçlerinin doların fırlaması ve TL’nin değerindeki ani çöküşle nasıl dibe vurduğuna tanıklar.)

İşçilerin güvenlikleri için kendi öz savunma birliklerini oluşturması fikri de uzun zaman unutulmuş gibiydi. Yeniden, çok hızla gündeme gelebilir: Örneğin İtalya’da Musolini’nin faşist, Almanya’da Hitler’in Nazi rejimi, iktidarı gelmeden önce böyle bir şey yaşanmıştı.

Almanya’da aktif ve şiddet uygulayan aşırı sağın tırmanması, kısa vadede göçmenler ve onları destekleyip savunanlar için bir tehdit. Ancak tüm emekçiler ve emekçi örgütleri, demokratik emperyalist ülkelerde geriye kalan mevcut demokratik haklar için de bir tehdit. Şu sıralar, göçmen emekçilere karşı yapılan saldırılar zamanında durdurulmazsa, ileride kaçınılmaz bir şekilde tüm emekçileri hedef alacak. Almanya’da tüm emekçiler, kökenleri ne olursa olsun, belki de kendilerini ve tamamen burjuva düzeni ile iç içe geçmiş olan sendikalarını bile savunmak için kendi öz örgütlerini oluşturmak zorunda kalacak.

Bazı büyük şirketlerin, hiçbir şeye aldırmadan yol açacakları tahribatlara ve bölgede yaşayanlara verecekleri zararlara aldırmadan (örneğin Altın Dağ, la Montagne d’or, isimli çok uluslu bir şirketin Guyan adasındaki yaptıkları) aldığı kararlar; devletlerin yararlı olup olmadığı tartışmalı bazı alt yapı işlerini (otoyolları, hava limanları, demir yolları) gerçekleştirirken; daha genel olarak ağırlıkla özel sektörün çıkarlarını korumak için aldıkları kararlar, toplumun genel çıkarlarına aykırı. Bu kararlar, giderek daha sıkça toplumda tepkilere yol açıyor. Bazen tepki; zarar veren şu veya bu sanayi kuruluşuna, şu veya bu alt yapı projesine karşı oluyor.
Dernek oluşturuluyor; bir kısmı protestoları gündeme getiriyor, bazısı faklı alanlarda haberleri, özellikle gıdaya ilişkin somut bilgiler ve sağlıklı olmadıklarını yaymaya çalışıyor.

Bu fikirler ve onları savunanlar, genellikle küçük burjuva çevrelerden geliyor. Bu fikirler, hem içerik hem de ifade şekli bakımından, bu çevrelerin sınıf etiketini, topluma verilen zararlara ilişkin dar görüşlerini içeriyor. Üstelik kötülüklerin gerçek kaynağı olan kapitalizmi teşhir edip ona karşı tavır koymaktan acizler. İşte bu acizliklerinden dolayı isteklerini ve sorunları, iyiler ve kötüler şeklinde ifade etmekten ileriye gidemiyorlar. Sonuç olarak hedefleri, son tahlilde ütopyacı ve gerici kalıyor. Çünkü esas hedefleri, insana ve çevreye değer veren iyi bir kapitalizm istemekle sınırlı. Gerçekleştirdikleri hareketler, oranlarına göre bazen kısmen başarı elde ediyor; hükümete şu veya bu sorunda biraz geri adım attırabiliyorlar. Ancak her şeye rağmen bu başarı, en iyi şekliyle çok sınırlı ve çoğu zaman kişisel istek, tutucu ve hatta gerici oluyor. "Siyasi çevrecilik" maceraları ve girdikleri çıkmaz sokağın problemi; temel sorunlarda, hatta iklim değişikliği, okyanusların korunması, hava kirliliği konularında bile küçük burjuva sınıfının iktidarsızlığını ve insanlığın genel sorunlarını gündeme getirmekten aciz olduğunu göstermesidir.
Mücadeleyi sonuna kadar götürebilme yeteneğinden ötürü, kapitalist sınıfın gerçekten denetim altına alınmasını, bütün farklılıklarına rağmen sadece işçi sınıfı gerçekleştirebilir. Saydamlık istemek gibi fikirler, sadece güzel laftan ibaret.
Tüm üretim, üretimin iletimi ve dağıtımının kalbinde olan sınıf, işçi sınıfıdır. Bankalarda, çok uluslu sigorta şirketlerinde, tüm mali sektörün kalbinde çalışan emekçi kitleler, işçi sınıfının bir parçasıdır. Kapitalist sınıfın ekonomik gücünün gerçekten oluşturulduğu yapıları fiilen denetleme gücüne sahip olan tek sınıf, işçi sınıfıdır. Emekçilerin büyük kapitalist şirketleri denetimleri altına almasıyla başlayacak süreç, büyük burjuvazinin mülksüzleştirilmesinin ilk adımıdır.

Bugün çok uzakmış gibi görünen ticari sırların kaldırılması, sömürülenlerin üretimi ve bankaları denetimleri altına almaları, temel talepler mantığına dâhildir. Tıpkı mevcut işin tüm emekçiler arasında bölüşülmesi ve ücretler ile emeklilik aylıklarının fiyat artışı oranlarında otomatik olarak arttırılması gibi. İşte bu denetim, tüm bunlara bir anlam ve olanak sunar. İşte bundan dolayı, bu talepleri ön plana çıkarılmalı ve işçi sınıfı mücadelesinin programına dönüştürmeliyiz. Çünkü Troçki’nin anlattıklarını tekrarlamak gerekirse, şu anda durum bunu gündeme getirmemiş olsa da, bunlar nesnel ihtiyaçlar için gerekli.

Elbette devrimci komünist militanların, gerekli taleplerin somut olarak anlaşılmasını olanaklı kılacak deyimleri olmalı. Militanlar, anın siyasi ortamı veya taleplerinden yola çıkarak, işçi sınıfının ilerideki hareketleri için bir yol çizebilmeli.
Devrimci komünist militanlar, güncel olaylardan, yozlaşmakta olan kapitalizmin tüm somut sorunlarından hareket edip ilerlemesini öğrenmeli. Tüm bunları sınırlı çözümler veya çıkmazlar için yapmamalı.

Bu konuda tek rehber, burjuvazinin iktidarını yıkıp, insanlığın gerileyip yavaş yavaş veya aniden barbarlığa batmasını engelleyebilecek gücün işçi sınıfı olduğuna gerçekten inanmaktır. LCD No:196


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Başlıca Makaleler   ?