Sinif Mucadelesi

Kapitalist ekonominin krizi

Çarşamba 14 Şubat 2018

Son birkaç haftadan beri dünya kapitalist ekonomisi ile ilgili, yeniden hem hükümet duyurularında hem de medya yayınlarında iyimser bir hava estiriliyor. Her ne kadar "tedbirli olmak", "kırılgan olabilir" gibi laflar edilse de "ekonomi yeniden canlanıyor" söylemleri giderek artıyor.

Bir yandan ekonomik canlanma ile ilgili bir sürü duyuruda bulunuluyor, diğer yandan da arada bir, "Dikkat edin, mali sektör çökebilir" açıklaması yapılıyor.
Avrupa Merkez Bankası ekonomik canlanma konusunda iyimser olduğunu duyuruyor, sonra Genel Başkan Mario Draghi bambaşka bir şey söylüyor: "Bu olacak, ama bu arada hiçbir risk gerçeğe dönmezse." Elbette!

Diğer yandan Fransız Ekonomik Durum Gözleme Merkezi, ekonomik perspektiflerle ilgili yayınladığı son raporunda: "Tüm coğrafi bölgelerde ekonomik canlanma var" diyor ve ekliyor: "Krizin izleri tamamen silinmedi, avro bölgesinde işsizlik azalmış olsa da seviyesi yine de yüksek."

Kapitalist ekonominin en yetkili uluslararası kurumlarının öngörüleri bile, adeta fal bakıp geleceği tahmin edenlerin yaptıklarına benziyor!

Burjuva iktisatçılarının iyimser olma nedenleri sadece iki paralel olguya dayanıyor: şirketlerin kârları ve hissedarlarına dağıttıkları kâr payları.

Günlük ekonomi gazetesi Les Echos 1 ve 2 Eylül 2017 tarihli sayılarında "CAC 40 şirketleri (borsada işlem yapan Fransız şirketleri) için kazançlı bir 6 aylık dönem" başlığı atarak: "Sadece 6 aylık dönemde CAC 40 şirketleri, 2013 yılı boyunca ve neredeyse 2015 yılı boyunca gerçekleştirilen kadar kazanç elde etti. Bir yıl içerisinde 50.241 milyar avro, yani %23.6’lık artış sağladılar. (…) 2007 yılında (makale yazarı yaşanmakta olan ekonomik krizden tam bir yıl önce diye hatırlatıyor) rekor olan 96 milyar avro seviyesini yakalamak artık kısa veya orta vadede imkansız değil." İyi haber cirolardaki artış (+6.9): Ricol Lasteyrie yönetimine göre, "Çok uzun zamandan beri ilk defa bütün veriler yeşile geçti."

Diğer yandan hisse finans şirketi Amundi (hisse işlemleri yapıyor) şuna vurgu yapıyor: "Artık kriz öncesi kârlılık dönemine bir geri dönüş olabileceğini söyleyebiliriz."

Bu rekor seviyelerdeki kâr, dağıtılan hisse paylarına da yansıyor: Dünyada toplam 1.200 önemli şirketin dağıttığı toplam hisse miktarı 1 triyon 154 milyar dolara tırmandı. Elbette bu sadece buz dağının görünen kısmı, çünkü bu rakamlara bankaların vergi cennetlerindeki şubelerinin kârı dahil değil.

Artık bu seviyelerde rakamların bir anlamı kalmadı. Oluşturulan devasa servetlerin kaynağı, ücretler üzerinden biriktirilen kuruşlar düşünüldüğünde, üretim bantlarında çalışanların molalarının iptal edilmesi ya da süpermarket kasalarında çalışanların tuvalete gitmelerinin yasaklanması göz önünde bulundurulunca ancak anlaşılabilir.

Bu ekonomik rakamların arkasında bir sınıf gerçeği yatıyor: Büyük burjuvazi sürekli zenginleşiyor. Forbes dergisinde yayınlanan milyarderlerin uzun listesini buraya aktarmak gereksiz bir zahmet olacak. Milyarderlerin sayısı ve özellikle de servetleri giderek artıyor.

2008-2009 mali çöküşün ardından ABD Merkez Bankası (FED) ve Avrupa Merkez Bankası’nın kamu parasıyla kurtardıkları bankalar şimdi rekor kâr ediyor: En büyük 6 Fransız bankasının kârı 2016’da, 23 milyar avroya tırmandı, en büyük ABD bankası olan JP Morgan’ın kârı ise 27.8 milyar dolara çıktı.

Bazı basın yorumcuları, diğer başka alanlarda da ekonomik büyüme endeksleri görüyor: Örneğin bu yıl Fransa’da kurulan yeni şirket sayısı kapanan şirket sayısından daha fazlaymış; Almanya’da, İngiltere’de ve ABD’de işsizlik oranı azalmış; dünya ölçeğinde sanayide kullanılan metal ürünlerinin fiyatlarında bir artış görülüyormuş ve bu da talep artışının bir belirtisiymiş!

Bu duyurular en hafif tabirle aptalca bir iyimserlik ama çoğu zaman, bariz bir şekilde gerçekleri çarpıtmak veya alenen yalan söylemektir.

Günlük Le Monde gazetesi 29 eylül tarihli sayısında, zafer havasıyla şöyle bir başlık attı: "Nihayet Fransa yeni fabrikalar kuruyor." Gazete alt başlığa da "İlk üç aylık dönemde 2009’dan bu yana bir ilk, yeni açılan sayısı kapananlardan daha fazla" yazdı. Ancak yazının içeriği, bu iddiayı oldukça zayıflatıyor. Şu ekleniyor: "Sanayi sektörünün yıllar boyunca küçülmesi sonucunda bugün fabrika sayısında 2009 yılına göre yaklaşık 570 azaldı." Özellikle de şuna vurgu yapılıyor: Yeni kurulan fabrikalar, kapananlara göre çok daha küçük ve "Genellikle buralarda çalışan sayısı çok daha az." Bunlar geleceği belli olmayan start-up’lar olsa gerek.

Ekonomik gözleme kurumu Trendeo’ya göre sanayi üretiminde, 2007 yılına göre, %10 düşüş yaşandı.

7 ekim tarihli Le Monde, İNSEE’nin işsizlikle ilgili yayınladığı veriler üzerine bir yorum yaparak şunu yazdı: "Ekonomik canlanma devam ediyor, ama işsizlik çok yavaş azalıyor." Resmi verilere bakarak bile ekonomik canlanma oluyor diye bir sonuca varmak olasılığı yok. Olsun, yine de başka yerde durum daha iyidir, deniyor!

Burjuva ekonomisinin resmi temsilcileri Fransa’yı, komşuları Almanya ve İngiltere ile karşılaştırıp oralarda işsizliğin azaldığı anlatıyor. Hatta onlara göre ABD, işsizliğin olmadığı bir döneme yaklaştı.

Bu utanmaz bir yalan kampanyası. Hatta "kelimenin dar anlamında işsizliğin artmadığı bir ortamda bile (…) güvencesiz istihdam sayısında artış var (iktisat dergisi Alternatives Economiques’den alıntı). İstatistik diline göre "dar anlamda işsizlik" A kategorisindeki işsizlik, yani önceki aylarda hiç çalışmamış kişiler demek. Merkez Fransa’da bu tür işsizlerin sayısı 3.5 milyon. Ancak bu hesaplara 78 saatten az çalışmış olanlar, eğitim gören işsizler ve yardım karşılığında çalışanlar dahil değil. Tüm bu kişiler ılımlı bir ifade olan "sınırlı faaliyet yapan kişiler", yani "sınırlı ücret alan kişiler" ismi altında anılıyor. Gelirleri o kadar sınırlı ki tek bir iş ile yaşamaları için yeterli para kazanamıyorlar.

Evet, Almanya’da işsiz sayısı az. 1992 ile 2013 yılları arasında, yani 20 yıl içerisinde, çalışan sayısında 4 milyona yakın artış oldu. Diğer yandan aynı süre içerisinde yıllık toplam çalışma saatleri 69 milyar saatten 66 milyara düştü.

Toplam olarak çalışan insan sayısında artış olmasına rağmen, çalışılan süre açısından azalma oluyor. Bunun esas nedeni, yarım gün çalışma veya mini-job denen küçücük işlerin her geçen gün daha fazla dayatılmasının sonucunda bu insanların geçinebilmek için ikinci ve hatta bazen üçüncü işi yapmak zorunda kalmalarıdır.

Fransa’da 2008 ekonomik krizinden bu yana yarım gün işlerindeki artış %80’lere tırmandı.

İngiltere’de ise bir hafta içerisinde 1 saat çalışılması durumunda işsiz sayılmazsınız.

ABD’de neredeyse işsizliğin olmadığı aşamaya gelinme konusunda ise -aslında resmi rakamlar %4.4’ten söz ediyor- büyük bir çarpıtma. Aslında gerçek işsizlik rakamı, Shadows Statistics verilerine göre, "artık iş bulma ümidi kalmayıp iş aramayanlar da eklenince (1994’ten beri bu kişiler resmi rakamlara dahil değil), gerçek işsizlik oranı %23’tür.

İşsizlik oranında azalma olduğunu yutturmak için ileri sürülen veriler, aslında başka bir gerçeği gizliyor. Büyük kapitalist şirketler ve hissedarları kitlesel işsizliğin yayılmasıyla öyle bir güç dengesini elde ettiler ki güvencesiz ve esnek çalışmayı genelleştirerek hem sömürüyü daha da artırdılar hem de çalışan sayısını artırmakla birlikte onları yoksulluğa sürüklediler.

Ekonomik büyüme delili olarak ileri sürülen başka bir veri ise London Metal Exchange’in (metal ürünlerinin en büyük pazarı) verdiği demir, bakır ve çinko fiyatındaki artıştır. Evet, durum geçen yıla göre yeni, çünkü bu sektörde hammadde fiyatları 2014 yılı ortalarından beri dibe doğru gitmekteydi.

Bakır fiyatlarında %15 civarında artış oldu. Bunun sonucu olarak, bu madeninin dünyada en büyük üretimini yapan iki ülke olan Şili ve Peru’ya yatırım akmaya başladı. Bu yatırımlar, hem üretimi artırmak hem de yeni maden sahaları açıp yeni istihdam olanakları yaratmayı amaçlıyor. Bakır fiyatındaki artış aynı zamanda bu alandaki büyük tröstler ve onların arkasındaki bankalar arasında büyük bir yarışı da tetikledi. 28 eylül tarihli Les Echos’ya göre "S.P. Global Market Intelligence’ın verdiği rakamlara göre yeryüzündeki bakır rezervlerinin %40’ını barındıran Güney Amerika’da, 2013’ten bu yana sürekli yeni kuyu kazılıyor."

Geçmişte üretimdeki durgunluk, talebin azalmasına neden olmuş, hammadde fiyatında çöküş yaşanmıştı. Üretimdeki bu çöküş beraberinde bir sürü maden ocağının kapanmasını ve sermayenin çekilmesi sonucunda tensikatları getirmişti.

Çöküş kelimesi belki biraz abartılı. Aslında spekülatörler ters yönde bir gidişat bekliyor. Örneğin demir madeninin fiyatında bir hayli düşüş yaşanmasının ardından, artık büyük bir olasılıkla yükselme olacak ve bu nedenle bu alana yatırım amaçlı sermayeye ek olarak spekülasyon amaçlı sermaye de gelecek.

Yani spekülasyon amacıyla yapılan yatırımlar, sadece sermayelerini bu hammadde alanına aktarıyorlar ve kâr ediyorlar, fiyatlar yeniden düşmeden, sermayelerini çekiyorlar. Sonuçta hiçbir yatırım olmuyor.

Sadece spekülasyon amacıyla yapılan yatırım, gerçek yatırım değil ve üretim alanında iniş çıkışlara yol açıyor.

Sanayi şirketlerine doğru yönelen bir kısım başka sermaye de başka şirketleri satın alıp onları yutma amaçlı. Yani güçlü olanlar küçükleri yutuyor. Bu gibi işlemler, geçen yıl arttı ve sermaye gruplarının daha da az sayıda elde birikmesine yol açtı. Ancak ne üretimde artış oldu ne de yeni istihdam alanları yaratıldı. Tam aksine şirket evlilikleri istihdam sayısını azaltarak üretimi yeniden düzenliyor ve böylece tensikatlara yol açıyor.

Sözü edilen bu gibi yatırımlar, üretimle ilgili olsalar da yeni üretim güçleri yaratmıyor. Genellikle rakip bir şirketin pazarı satın alınıyor. Örneğin Alstom fabrikası, Siemens tarafından veya STX tersaneleri, Fincantieri tarafından, devletlerin de araya girmeleriyle satın alındı ve sermayede tekelleşme yoğunlaştı. Ekonomik kriz dönemlerinde genellikle sermaye tekelleşmesi yaşanıyor. Yani bir üretim dalındaki dev şirketler, daha da devleşiyor. Emperyalizm, tekellerin egemenliği demektir. Ekonominin mali sektörün egemenliğine geçmesi sonucunda tekeller, ekonominin damarlarını tamamen kurutur.

Büyük şirketlerin borsada kendi hisselerini satın almaları hiç de yeni üretim gücü yaratmıyor. Ancak son zamanlarda büyük şirket yönetim kurullarının, büyük kârlarını kullanmak için tercih ettikleri yöntemlerden biri bu oldu. ABD’li bir yayın olan Foreign Affairs, 2003 ile 2012 yılları arasında S&P 500 -ABD borsalarında işlem yapan en büyük 500 şirket- kârının %54’ünü borsada hisse senetleri satın almak için kullandı. Dahası, bu işlemler için borç alanlar bile var! Yani mali sektör, bir yılanın kendi kuyruğunu sokmasına benzer bir şey yapıyor. Bu saçmalık büyük hisse sahipleri için normal. Bir şirketin kendi hisse senetlerini satın alıp onların bir kısmını yok etmesi, geriye kalanların değerini arttırır ve böylece en zengin hissedarlar, bundan kazanır. Bu yöntem en zenginlerin giderek çok daha zengin olmasını ve diğer burjuvalarla olan mesafenin daha da artmasını getiriyor.

Le Monde’un yazdığı gibi: "Sermaye yatırımı fonlarında çok para var, bankalar onlara bol ve ucuz kredi vermek için yarış halinde ve borca borç eklemek cazip görünüyor." Devlet tahvillerine, hazine bonolarına vb. biriken parayı yatırma eğilimi güçlü. Yani devlet garantili hisselere yatırım yapmak çok cazip görünüyor. Marx da zamanında kamu borçlarıyla ilgili şunu yazmıştı: "Üretici olmayan para, tılsımlı bir değnek sayesinde, hiçbir risk almadan, sanayideki hiçbir riske girmeden sermayeye dönüşüyor." (Kapital)

Ekonominin mali sektörün egemenliğine girmesiyle oluşan ur sayesinde bu sektörün tılsımlı değneğinin etkisi, Marx’ın dönemine göre çok daha arttı.

Mali sektör yine çok ısındı. Borç miktarı hem ABD’de hem Çin’de yeni zirvelere tırmandı. Sadece devlet borçları değil, ailelerin de borçları arttı. 9-10 temmuz tarihli Le Monde bu konuda: "ABD’deki aile borçları şimdiye kadar görülmemiş seviyede yük oluşturuyor. (…) Borç rekoru kırılan, Lehman Brothers’ın iflas ettiği 2008 yılının üçüncü üç aylık dönemine göre bu miktar, 50 milyar daha fazla" diye yazdı. Bu yazının başlığı ise "Önümüzdeki mali fırtınanın tohumları" idi.

Bu tehdit o kadar bariz ki ABD’nin Maliye Bakanı bunu bir gerekçe olarak kullanıp tehditler savuruyor ve Senato’nun Trump’ın önerdiği vergi reformunu en erken bir zamanda onaylamasını istiyor. 19 ekim tarihli Les Echos bunu şu şekilde yorumladı: "ABD Maliye Bakanının sözleri, Black Monday (1987 yılı Ekim ayı, ’Kara Pazartesi’) gününün, yani Dow Jones borsa endeksinin tarihinde rekor seviyede düşüş yaşanmasının arifesinde (bir günde %22,6 düşmüştü) olumlu bir yankı buldu."

Devletin gelirini ve mali kaynaklarını, mali sektörün ellerine teslim etmek -yani bankerlerin ve büyük sermayenin istediği gibi kullanması için- Macron’un küçük kişiliğini ortaya koyuyor. Üstelik Macron, "bunlar üretici yatırımlar" iddiasıyla, borsa kârının artık vergiye tabi olmamasına karar verecek kadar iğrenç! Farklı şekillerde de olsa tüm emperyalist ülkeler bu uygulamaları yapıyor. Bu durum, büyük sermayenin bir dayatması.

Gittikçe daha fazla sayıda sosyal sektörün mali sektöre teslim edilmesinin örneklerinden biri sağlık. Bağımlı kişilerin sağlık hizmetleri, yaşlı bakımevleri, engellilerin vb. sağlık harcamaları mali sektöre teslim ediliyor. Teknik ve tıbbi açıdan muazzam ilerlemeye rağmen, özel klinikler, özel yaşlılarevi ve hatta kamu sağlık sektörüne mali sektörün girmesine yol açmak insani açıdan çok büyük gerilemeye yol açıyor. Kapitalizmin sanayide yaptıklarını, mali sektör sağlıkta yapıyor: Hastalar, yaşlılar ve engelliler metaya dönüşüyor!

Mali sektörde biriken milyarlar neye yarıyor?

Les Echos gazetesi, küçücük İrlanda’nın, Çin ve Japonya’dan sonra ABD’ye borç veren üçüncü ülke olmasına, bunun yanında İngiltere, Suudi Arabistan ve Fransa’nın bu ülkelerin dörtte biri düzeyinde kalmasına hayret ediyor. Ayrıca şöyle bir yorum getiriyor: "Büyük gruplarda yatırımların ağırlığı tuhaf."

İrlanda’da biriken borç senetleri ABD devlet tahvili. Bunlar bir ülkeden diğer bir ülkeye olan borç istatistiklerinde görünse, yani İrlanda’nın ABD’ye verdiği borç olsalar da, bu tahviller İrlanda devletine ait olmayıp, İrlanda’da vergiler çok düşük olduğu için oraya yerleşen büyük çokuluslu şirketlere ait. Vergi konusu onlar için o kadar çekici ki, savaş ganimetlerini oraya taşımalarına sebep olabilir. Bu büyük şirketlerin çoğu ABD kökenli: Google’ın sahip olduğu ABD tahvil payı 37 milyar dolar, Facebook’un 11 milyar dolar, Apple’ın 52 milyar dolar, Microsoft’un en az 111 milyar dolar.

Bu büyük şirketler bu savaş ganimetleriyle ne yapıyor? Devasa paralara sahip olan bu şirketler, üretim alanlarına yatırım yapmıyor, mali işlemler yapıyor. Yani büyük spekülasyon fonlarının yaptığının aynısını yapıyorlar.

İçlerinde Ford, Coca-Cola ve Boeing’in de bulunduğu 30 büyük ABD şirketinin yatırım diye yaptığı, tahvil tipi hisse senetlerin tutarı 800 milyar doları geçiyor.

Burjuva iktisatçıları içi boş laflar etmekle tanınıyor, tıpkı Les Echos gazetesinin bu konuda yazdığı gibi: "Hisse senetleri konusunda büyük şirketlerin kaydettiği büyük ilerlemeler mali sektörün istikrara kavuşması yönünde bir gün etkileyici olabilir."

Kapitalist ekonominin mali sektörün etki alanına geçtiği ve nasıl asalaklaştığı konusunda geçmişte uzunca açıklamalar yaptık. Bu konuya yeniden değinmeyeceğiz.

Mali sektörün egemenliği ekonomiye ve hatta kapitalistlere de gittikçe büyük yük olmaya başladı. 2 Ekim 2017 tarihli Les Echos gazetesi şöyle bir başlık attı: "Aktivistler hisse senetleri sahipleriyle olan ilişkileri altüst ediyor." Şunu da ekledi: "Şirketlerin üçte ikiye yakını aktivistler borsalarda yarattığı tehditten dolayı, kendilerini tehlikede hissediyor."

Bu gazetenin şimdi aktivistler diye, bundan kısa bir zaman önce ise akıncılar diye adlandırdığı kişiler, bazı şirketlerin zor durumda olmalarını, hatalarını veya idarecilerinin yanlışlıklarını fırsat bilerek bu şirketleri ucuza satın alıp parçalara bölen, kâr getiren kısımlarını satan, geri kalan bölümlerini de ya ucuza satarak ya da kapatarak vurgunlar yapanlar.

Les Echos yine ısrar ediyor: "Aktivistler onların (şirketlerin) özellikle de meşguliyetlerinin merkezinde. Morgan Stanley’in yaptığı bir araştırmaya göre, aktivistlerin Avrupa’daki faaliyetleri 5 yıl içerisinde iki katına çıktı (temmuz 2016 ile haziran 2017 arasında 119 saldırı). Hedefleri arasında Safran, Casino veya Nestle gibi meşhur şirketler de var. ABD’nin seviyesinden çok uzaklarda olsak da (bir yıl içerisinde 327 saldırı) aktivistlerin saldırıları, yani hiç uygun olmayan yöntemleri RI’lerin (yatırım sorumluları) uykularını kaçırıyor.

Mali sektör egemenliğinin büyümesi sanayi üretimini, yani artı değer üretimini zayıflatıyor. Aslında mali alanın kazancının kaynağı sanayi üretimi, yani sömürüdür.

Saldırıya uğrayan büyük şirketlerin sahipleri ve saldırıyı yapan spekülasyon fonları da aynı kişilere ait! Yani sanayiyi yutan mali sektör, bir anlamda kendi kendini yutan kapitalizm.

Gittikçe daha büyük, devasa boyutta sermaye, dünyanın bir yerinden başka bir yerine gidiyor. Milyonlarca insana yaptıkları etkiler kasırga ve tsunamilerden bile feci ve onlardan daha az öngörülebilir. Paranın bir yerden başka bir yere akın etmesindeki amaç, çabucak kâr etmek (son derece gelişmiş bilgisayar programları bir saniyeden kısa zamanda yaptığı hesaplar sonucu sermaye sahiplerine döviz kuru farkına, faiz farkına veya borsa hisselerinin fiyat farkına göre para kazandırıyor). Parayı yönlendiren, çoğu zaman somut gerçekler değil, çünkü kullanılan yöntemler arasında tahminle erken hareket edip kazanç etmek de var.

FED’in Başkanı Janet Yellen’in ve Mario Dragi’nin beyanlarına ya da mali pazarların yaptığı yorumlara bağlı olarak bir fırtına kopabilir. İstikrarsızlığın hakim olduğu bir uluslararası ortamda; Trump’ın, Kuzey Kore veya Venezüella aleyhine bir laf etmesi, Londra veya Barselona’da bir suikast girişimi, bir devletin parçalanma tehlikesi gibi durumlar hiç beklenmedik sermaye hareketliliklerine yol açabilir.

Mali sektörde o kadar büyük miktarlarda patlayıcı madde var ki bir tek kibritin çakılması bile muazzam patlamalara yol açabilir. Ekonomi ile siyasetin iç içe geçtiği bu kapitalist düzen çılgınlık içinde.

Düzenin en son çılgınlığı, Bitcoin veya Ethereum gibi sanal paralarla yapılan spekülasyonlar ve bunun sonucu olarak şişen spekülasyon balonları. Balonlar şimdilik sanal, ama gerçek bir mali krize dönüşebilir.

Bitcoin, bilgisayar üzerinden işlem yapılan sanal bir para ve bu nedenle Merkez Bankaları dahil hiçbir kurumun denetimi altında değil. İki yüz civarında farklı sanal para çeşidi mevcut ve "kripto döviz" ismi altında mali alım satım yapılıyor. 7 Ekim 2017 tarihli Le Monde gazetesine göre "Artık 70 tane hedge fon (spekülatif fon) sanal para alanında işlem yapıyor ve günlük işlemlerin toplamı 750 milyon dolar civarında."

9 ekim tarihli Le Figaro gazetesi "Start-upları (yeni kurulan şirketleri) finanse etmek için sanal para" diye yorum yaptı. Bazı bilgisayar şirketleri bu sayede banka kredilerine ve mali alana ihtiyaç duymayacaklarını sansalar da, yarattıkları şey, çoktan onların denetiminden çıktı. Çünkü bu yeni spekülasyon pazarı, spekülasyon fonlarını da çekti. Bu pazar, hızla büyüyor ve ona yönelenler sadece iyi niyetli start-up’lar değil. Daha çok, iktisatçıların ahlak kurallarına uygun adlandırdıkları, "gölge ekonomiler"; yani uyuşturucu pazarının, kaçak silah ve insan ticaretinin ve her türlü kara para aklamanın geliriyle oluşanlar.

Bu sanal paralar, yatırımın birkaç katı kadar gelir getiriyor. ABD’nin en büyük bankalarından biri olan Goldman Sachs, bu müthiş kazancı görerek faaliyetlerine Bitcoin işlemlerini de eklemek istiyor ama ona benzeyen ve rakibi olan JP Morgan bankası patronu, sanal paraların üçkağıt olduğunu söyleyerek, bu işlemleri dolandırıcılık olarak adlandırıyor. Neden söz ettiğini çok iyi biliyor. Aslına bakacak olursak tüm bu sanal paralar, dünyada elektronik ağlarla dolaşan milyarlarca dolar ve avrodan çok farklı değil.
Ekonominin gittikçe mali sektöre kaymasının sonucu olarak büyük sermaye daha da asalaklaşıyor ve ayakları daha yere basmaz hale geliyor. Büyük şirket hissedarlarının, yani büyük burjuvazinin giderek daha çok zenginleşmesi sonucunda, sanayileşmiş zengin ülkelerdeki emekçilerin bile yaşam şartları iyice bozuluyor.
Küçücük bir azanlık tabakadan oluşan büyük burjuvazinin emekçiler aleyhine servetine servet katması ve mali sektörün şişmesi, ekonomik ve sosyal hayatı tamamen bitiriyor.
Büyük burjuvaziye yalakalık yapan bazı düşünür çevreleri, başta 2008 krizi olmak üzere, yaşanmış tüm krizlerin 1929 çöküşüne dönüşmemiş olmasına çok seviniyor.

Yine de kendilerinden o kadar da emin değiller, çünkü sağda solda oluşan mali balonları devamlı, endişeyle takip ediyorlar…

1929 mali çöküşü gibi bir çöküş veya daha kötüsü yaşansın veya yaşanmasın, mali sektörün egemenliği, şimdiden ekonomik ve sosyal alanda büyük tahribat yapmaya başladı. Artık çöküş önümüzdeki dönemde olacak bir şey değil, birkaç yıldan beri zaten ekonominin tüm alanlarında ve bunun sonucu olarak sosyal alanlarda tahribat yapıyor.

Mali sektörün direkt veya devletin el atması yoluyla egemenliğini arttırması, sağlık sektöründen tutun milli eğitime ve altyapıya kadar, sosyal yaşamın tüm alanlarını çürütüyor.

Örneğin Avrupa’da sanayi açısından en gelişmiş ülke olan Almanya’da bile yolların altyapısı çökmek üzere. Bazı yollar, belirli bir tonaj üzerinde olan kamyonları taşıyamıyor... Hatta zengin mahallelerdeki liseler bile, asgari düzeyde bakımı sürdürebilmek için ailelerin hayırseverliğine başvuruyor.

Roma’da hem kuraklıktan hem de su şebekesinin eskimesinden ve bakımsızlığından, çözüm için gereken paranın bulunamamasından dolayı büyük sorunlar yaşanıyor. Bu yıl Roma, su ihtiyacını karşılayabilmek ve su kesintilerini engellemek için diğer yerleşim yerlerinin kullandığı bir göletten su çekti! Corriere della Sera adlı gazetenin sorularına cevap veren Kamu Su Hizmetleri Başkanı, su şebekesini yeniden normal kullanılabilir duruma getirmek için 2 milyar avroya ihtiyaçları olduğunu anlattı. Ancak başkent Roma bu parayı veremiyor. Mevcut 15 milyar avroluk borcun altından bile kalkamıyor. Yeryüzünün en kalkınmış ülkelerinden birinin başkentinde, hem biriken borcun faizini hem de su şebekesinin bakım masrafını ödemek imkansız gibi görünüyor. Bu durum, bir zamanlar dünyanın en ilerisi olan bir kentin 2 bin yıl geriye gittiği anlamına geliyor!

Geri kalmış ülkeler, sürekli benzer durumu yaşıyor. Çünkü emperyalizm, yoksul ülkelerde iyi bir sağlık sisteminin ve günümüz şartlarına uygun altyapının gelişmesine hiçbir zaman izin vermedi. Ancak şimdiki durum, kalkınmış ayrıcalıklı ülkelerde gerçekleştirilenlerin bile yerle bir edilmesi.

Marksist görüşlere yakın bir araştırmacı olan Anselm Jappe, son eserine "Kapitalizm, Kendi Kendini Yiyen Bir Toplum" adını vererek, artık kapitalizmin geriye gidip kendi kendini yok etme dinamiği içine girdiğini anlatıyor. Jappe yalnız değil, çünkü küçük bir aydın çevresinde aynı gözlemi yapıp aynı sonuçlara varan başkaları da var. Ancak bu gözlemleri yapmakla yetiniyor, bir adım bile ileri gitmiyorlar.

Esas sorun şudur: Gözlerimizin önünde "kendi kendini yiyen" kapitalizmin tüm toplumu yemesini mi bekleyeceğiz, yoksa onun kendi iç dinamikleriyle gereken gücü toplayıp bu mevcut düzeni yıkıp büyük burjuvazinin egemenliğine, üretim araçlarının özel mülkiyetine, sömürüye ve rekabete son verip yeni bir toplum inşa edebilecek miyiz?

Bu aşamada esas fark, Marx’ın deyimiyle, Marksist fikirleri kullanıp dünyayı anlamakla yetinenler ile bu fikirleri esas amaçları için yani dünyayı değiştirmek için kullananlar arasında.

Son zamanlarda ciddi yorumcu ve parlak iktisatçı olarak kabul edilen bazı aydınlar, Le Monde gazetesinin bir başlığıyla ifade ettiği gibi, ciddi ciddi "ortadan kaybolan enflasyon" gizeminden söz ediyor. Ardından, yarı yalan yarı gerçek bir tutumla ABD’de "ücretler son zamanlarda çok az arttı, en azından mali kriz dönemi öncesine göre" gözlemini yapıp şunu ekliyorlar: "İşin tuhaf tarafı ekonomide neredeyse tam istihdam dönemi yaşanıyor. Bunun sonucu olarak ücretlere zam yapılması gerekiyor: Böylece meta ile hizmet fiyatlarında artış olur." Avrupa için de aynı gözlem yapılıyor: "Daha güçlü büyüme ve işsizliğin önemli ölçüde azalması beklenen hamleyi gerçekleştirmedi."

Evet, ekonomik hayatın temelleri soyut mekanizmalar tarafından değil, toplumsal ilişkilerden, sınıf ilişkilerinden oluşuyor! Burjuva iktisatçılarının yaşam olanaklarını sağlayan, bazılarına da Nobel ödülü alma olanağını sağlayan gerçeklerin arkasında, sınıf mücadeleleri var. Büyük burjuvazi, kârını güvenceye alabilmek için krizin başından beri toplumda acımasız bir sınıf savaşı yürütüyor.

Marks kendi döneminde, metaların, özellikle de paranın kutsallaştırılması ve toplumun eriştiği bazı aşamalarda insanlar arasındaki, daha somut olarak sosyal sınıflar arasındaki ilişkileri; yani bir sınıfın bir diğer sınıf üzerinde egemenlik kurmasını, somut olarak kapitalist sınıfın, sömürülen sınıf üzerine kurduğu egemenliği teşhir ediyordu.

İnsanlığın gerçekten özgürlüğe kavuşabilmesi ve en can alıcı sorunlarına çözüm getirebilmesi; kutsallaştırılanları ve özellikle de onların gizlediği sosyal ilişkileri yok etmek; temel olarak bunu mümkün kılan büyük burjuvazinin ve kapitalist düzenin egemenliğine son vermekle mümkün. Bunu başarabilecek güce ve çıkara sahip tek sosyal sınıf dünya proletaryasıdır. LCD, Sayı 188 (25.10.2017)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Güncel Yazılar   ?