Sinif Mucadelesi

Bilimlerin gelişimi ve komünist fikirlerin temelleri

23 Ocak 2015 tarihli, 139 numaralı Troçki Çevresi’nin broşürünün çevirisi
Çarşamba 2 Ocak 2019

23 Ocak 2015 tarihli, 139 numaralı Troçki Çevresi’nin broşürünün çevirisi

Bilimlerin gelişimi ve komünist fikirlerin temelleri

Kırk yılı aşkın bir süredir toplumun içine battığı krizin sonuçları sadece ekonomik değil. Bu kriz aynı zamanda toplumun gerilemesine de yol açrştu. Her türden gerici fikirler güçlendi, bunların arasında batıl inançlar, gizemli tasavvufi, dini inançlar ve her türden mantığa, bilime, sanata karşı olan karanlık, gerici fikirler ön plana çıktı.

İşte gerici ve işçi karşıtı siyasi partiler bu zemin üzerinde serpilip gelişiyor ve büyüyor. Fransa’da, aşırı sağın “herkes için evliliğe – homoseksüellerin evliliğine” karşı protesto gösterilerine tanık olundu. Bu gösterilerde klasik dini giysileriyle ve askeri botlarıyla rahipler çatışmaya hazır bir biçimde geçit yaptı. Mağrip’te (Kuzey Afrika ülkeleri) ve Ortadoğu’da köktenci İslamcı partiler, kendi yasalarını dayatmaya çalışıyor. İsrail’de, dinci ve aşırı sağ örgütlerin ağırlıklığın, etkilerinin giderek artması, toplumun, Filistinlilere karşı uygulanan baskı ve şiddet politikası ve Arap halklarıyla sürekli çelişki ve çatışmalar için ödediği fatura anlamına geliyor. Ayrıca, ABD’deki Hıristiyan köktencileri, Hindistandaki Hindu aşırı sağı, Afrika’daki her çeşit mezhebin bütün dinci milisleride belirtmek gerekiyor. Dünyanın hiçbir bölgesi, hiçbir ülkesi bu geri gidişten kaçınamıyor.

Hatta Fransa gibi din adamı karşıtı mücadeleyle ve halk arasında güçlü ateist gelenekle damgalanmış bir ülkede, bir kaç yıldır dini duyguların, dindarlığın, yeniden yayıldığı görülüyor. Öyle ki, Katolik kilisesi yeni yandaşlar ediniyor. Yahudilik ve İslamcılık da durumlarını güçlendiriyor. Protestan, Hindu, Budist ve diğer eğilimlerle bağlantılı yeni mistik (gizemci) fikirler gelişiyor. Kurumsallaşmış olsun ya da olmasın, bütün küçük kiliseler, ortak bir biçimde, doğa, yaşam ve toplum üzerine başka bir çağa ait görüşleri geliştirip yayıyorlar. Hepsi, türlerin evriminde olduğu gibi kendi dogmalarının aksini söyleyen bilimsel bulguları sorgulama eğiliminde.

Toplumun bu ideolojik gerilemesi, idealist felsefi düşüncelerin güncellenerek yeniden ortaya konmasıyla daha ince bir şekilde ifade ediliyor. Çeşitliliğin de ötesinde, bu görüşlerin hepsi şu ya da bu şekilde, onu gözlemleyenden bağımsız bir gerçeklik olduğunu inkar ediyor. Aynı zamanda, bilimsel anlayışın olası kapsamını sınırlayacak biçimde doğanın özündeki tesadüflerin savunuculuğunu yapıyorlar. Bu görüşler, dini karakterlerini sergilemeseler bile, dinsel gizemcilik ve bilmesinciliğe (obskürantizm) yani bilgi, kültür ve akılcılığın gelişmesine, yayılmasına muhalefet eden gericiliğe açık kapı bırakıyor.

Onları ciddiye alan, bilimsel bilgileri halka yaygınlaştırmaya çalışan dergiler dahi bazıları, bu fikirlere düzenli olarak aracı oluyor. Bir süre önce La Recherche (Araştırma) adlı dergi, “Gerçeklik yoktur” diye bir başlık attı. Bilimin amacının gerçekliği anlamak olması, bilimi halka, geniş kitlelere yaymak için yayınlanan derginin hedefinin bu anlayışı geniş kitlelerin farkına varmasını sağlamak olması, kuşkusuz obskürantizmi geriletmek yerine çığırtkan başlıklar bulmayı tercih eden yayıncıları pek rahatsız etmemişe benziyor.

Bu sorunlar, emekçilerin mücadelesinden uzak gibi görünebilir. Aslında uzak değil. İşçi sınıfı, kapitalizme karşı nihai savaşını, ancak bütün batıl inançlarından kurtulursa, eğer bu mücadele, en azından en bilinçli militanları aracılığıyla, toplumun iç dinamiklerinin ve bunların işleyişinin bilimsel bilgisi üzerinden, objektif (nesnel) ve rasyonel (mantıklı) biçimde anlaşılmasına dayanırsa, etkin bir biçimde yürütebilecek. Tüm batıl inançlara, başka bir dünya görüşü ve insan toplumlarının tarihinin geçmişinin ve geleceğinin farklı bir anlayışı ile karşı çıkmak gerekir.

Marx ve Engels’in “bilimsel sosyalizm” diye adlandırdıkları komünist fikirler, doğanın ve toplumların tarihinin diyalektik ve materyalist anlayışına dayanıyordu. Bu anlayış köklerini bir yandan, Avrupa’da ilk olarak toplum ve doğanın dini olmayan açıklamasını sistemleştiren 17. ve 18. yüzyılın materyalist filozoflarından; diğer yandan,19. yüzyılın başında temelinde diyalektikle olan, başka bir deyişle doğanın, toplumun, tarihin, sürekli olarak zorunlu bir değişim ve dönüşüm içinde olduğunu, sadece evrilmediğini, bu evrimin belli bir düzenle altüst olduğunu; tüm bunların gerçekliğin iç çelişkilerinin ürünü olduğunu kabul eden bir dünya görüşü geliştiren Alman filozof Hegel’den alıyorlardı. Marx ve Engels tarafından materyalizm ve diyalektiğin birbirine kaynaştırılmasıyla, diyalektik materyalizm doğdu.

Bu görüşlerin bir buçuk asırdan fazladır ortaya çıkışından bu yana, bilim her alanda önemli ilerlemeler kaydetti. Birçok keşif bu görüşleri güçlendirdi. Bu büroşürün amacı, diyalektik materyalizmin ne olduğuna, yeni bilimsel keşiflerle zenginleşme biçimine ve böylece de devrimci komünist düşüncelerin çağdaş temellerine geri dönmek ve bunları dile getirmek olacak.

Doğanın materyalist anlayışı: Madde ve onun özellikleri.
Bilimlerin materyalizmi hazırlayan ilk gelişimi

Bilimler, Ortaçağ ve Yeniçağ çağ arasındaki dönemde atılım yaptı. O zaman bilinçli materyalistler yoktu. Dünyanın bu felsefi anlayışının modern biçimiyle ortaya çıkması için - kuşkusuz azınlıkta idi ama gerçek bir materyalist akım Antik çağda ortaya çıkmıştı- sağlam biçimde oluşmuş bilimsel bilgilere dayanabilmesi gerekiyordu. Yaklaşık iki yüz yıl süren bu ön aşama, dini fikirlerin egemen olduğu bir toplumda, ilk bilimsel ilerlemelere tanık oldu.

Gezegenlerin güneşin çevresindeki hareketlerini ve uzaydan dünyaya düşen gök cisimleriyle ilgili ilk yasalar, 16. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın sonlarına kadar gelişti. Buna ulaşmak için, yüz yıldan fazla bir süre ve 1543 yılında De revolutionibus orbium coelestium adlı eseri yayınlanan Polonyalı Kopernik’ten, 1686 yılında yayınladığı Philosophiae naturalis principia mathematica adlı meşhur eseriyle İngiliz Newton’a, Danimarkalı Tycho Brahe’ye, Alman Kepler ve İtalyan Galileo Galilei’ye kadar bütün Avrupa aydınlarının katkısı gerekti.

Tıpkı ezilenlerin ilk mücadelelerini, örneğin Spartaküs tarafından yönetilen Antik dönemin köle mücadelelerini benimsediğimiz gibi, dünyanın kavranışında bir sıçrama sağlayan, materyalist düşüncelerin ortaya çıkması, gelişmesi, en azından güçlenip sağlamlaşmasına katkıda bulunan bu ilk düşünürlerde kendimizi buluyoruz. Onların hepsi savaşçıydı, kendi alanlarında devrimcilerdi. Onların sayesinde gelişen önemli bilimsel ilerlemeler; mücadelelerin meyvesiydi, ancak sadece fikir mücadelerinin ürünü değillerdi.Galileo Galilei, dünyanın güneş etrafında döndüğünü savunduğu için Katolik Kilisesi’nin Engizisyon Mahkemesi tarafından ev hapsinde tutuldu. Ondan önce, bu düşünürlerden bir diğeri olan Giordano Bruno, bu aynı Engizisyon tarafından odun yığınları üzerinde yakılmaya mahkûm edildi.

Marx, ileride “Bütün ölen nesillerin geleneği, yaşayanların beyninde çok büyük bir ağırlık oluşturuyor” diyecekti. Bilim insanları gerçekten de, ölülerin ağırlığını reddetmek, geleneklere uyum sağlamamak için ahlaki ve aydın cesaretine sahiplerdi. Kendi yöntemleriyle yeni bir yol açmak ve bilinemezliğe atılmak için, kendi dönemlerinin toplumuna meydan okuma gözü pekliğine sahiplerdi. İnsanlık, her çağda, bilinmezliğe doğru atılan kadın ve erkekler olduğu için ilerledi. Tarih, onların isimlerini hatırlasın ya da hatırlamasın, biz bütün bu insanların mücadesini benimsiyor, kabul ediyoruz.

Bu bilim insanları, güncel güneş sisteminin temelini keşfettiler. Galileo Galilei, mercekçilerin henüz yeni geliştirdiği bir dürbünü göğe çevirerek, gezegenlerin güneş etrafında döndüklerinin reddedilemez ve çürütülemez kanıtlarını buldu. Yıldızların “mükemmel” olmadıklarını kanıtladı: Ay yüzeyindeki kraterleri ve Güneş’in yüzeyindeki lekeleri gördü. Her şeyden önce de Jüpiter gezegenini gözlemlerken, Jüpiter etrafında dönen dört küçük yıldızı, uydularını gördü. Bu keşif, bir gök gürlemesi etkisi yarattı, çünkü gezegenlerin dünyadan başka bir yıldız etrafında dönebileceğinin kanıtıydı.

İngiliz Newton, tüm bu gelişmeleri bilginin tarihinde önemli bir nokta, bir kilometre taşı oluşturan yeni bir teoride birleştirdi. Dünyanın yüzeyinden, hiçbir zaman yere düşmeden dünyanın etrafında dönecek derecede yeterince güçlü biçimde atılan bir top güllesinin hareketini hayal etti. Bu hareketi Dünyanın çevresinde dönen Ayın hareketiyle karşılaştırarak, yıldızların... aynı zamanda da top güllesinin hareketini açıklayan, evrensel yerçekimi yasasını yazdı. Newton, mekaniğin (mekanik; cisimlerin hareket bilimi) temel formüllerini detaylı bir biçimde geliştirip ortaya koydu.

Rosetta adlı robot uzay aracının yörüngesini 10 yıldan fazla bir süre için öngörmek ve Dünyadan 500 milyon kilometre ötede bir kuyruklu yıldız üzerine cihaz modülü bırakmasını sağlamak üzere uzaya uydu göndermek için hala bu formüllere dayanılıyor.

Newton, kendinden öncekileri saygıyla anmak için, bir Ortaçağ keşişinin yani din adamının söylemini yeniden ele alarak, döneminin bir başka bilim insanına gönderdiği mektupta, şu meşhur cümleyi dile getiriyior: “Eğer bu kadar uzağı görebildiysem, bu devlerin omuzlarına çıkıp yerleştiğim için oldu.” Gerçekten de, bir bilim insanının keşfi diğerlerinin düşüncesini besledi. Ancak o dönemlerde herşey, derinliğine değişime uğrayan bir toplumun ürünüydü. Değişim ve dönüşüm durmaksızın hızlanan bir ritme göre, kentlerin giderek daha yoğunlaşan, zanaat ve ticari etkinliklerin merkezine dönüştüğü, yeniden yeniden dönüştüğü bir Avrupa’da gerçekleşiyordu.

Avrupa kentleri, 12. yüzyıldan beri, aralıksız yeni meslekler ve Galileo Galilei’ye dürbününü veren mercek yapımı gibi yeni uzmanlık alanları yaratan, her zaman daha ileriye götüren bir işbölümü ile sürekli gelişip yenilendi. Daha genel olarak, değişim ve ticaretten doğan yeni bir sosyal sınıf, burjuvazi serpilip gelişiyordu. Bu sınıf, coğrafi keşiflerle o zamana kadar hiç görülmemiş bir atılımla, dünyayı fethetmeye gidiyordu.13. yüzyılın sonundaki Marco Polo’dan, 15. yüzyılın sonundaki Christophe Colomb’a kadar, Uzakdoğu’ya, Sahra’nın güneyindeki Afrika bölgelerine ve Amerika kıtasına ayak basan bütün bu tüccar ve denizciler, insanlığa devasa yeni ufuklar açıtı. Bilimin devrimcileri, toplumun sürekli altüst oluşunun güçlü akışına girip yerlerini aldılar. Newton’un sözü tekrar ele alınırsa, toplumun tümü ilerlediği için bütün bu “devler” de ilerliyordu.

Newton’un ulaştığı dünya görüşü yeni bir soruyu gündeme getiriyordu: Eğer gezegenler Güneş’in etrafında ve Ay da Dünya etrafında dönüyorsa, bütün bu hareketlerin kökeninde ne var, bu hareketlerin kaynağı nedir? Ay’ı ve diğer gezegenleri yörüngelerine oturtan ilk itici güç nereden geliyor? Newton, bütün bunların kökeninde tanrının olduğunu düşünmeye devam ediyordu.

Bu sorunun bilimsel açıklamasını ilk sezinleyen, 18. yüzyılın sonunda bir Alman filozof olan Kant oldu. Fransız bir gökbilimci ve matematikçi olan Laplace belirgin bir biçimde ortaya koydu. Kant’ın özgün fikri, Güneş’in ve gezegenlerin, her zaman bizim gördüğümüz biçimde varolmadıklarını düşünmek oldu. Oluşumlarının kökeninde, “ilkel bir bulutsu” diye adlandırdığı bir gaz bulutunun bulunduğunu hayal etti.

Laplace, onlarca yıl sonra, Newton’un evrensel yerçekimi kanununun, Kant tarafından hayal edilen gaz bulutuna uyarlanmasının, sadece Güneşin oluşmasını değil, aynı zamanda diğer gezegenlerin oluşmasını ve güneş etrafında dönmesini de açıklayabileceğini gösterdi.

Bu bulguya, küçük bir öykü eşlik ediyor. Laplace, Fransız Devrimi’nden hemen sonra, Bonapart’ın belirgin bir şahsiyete dönüşmeye başladığı dönemde, ona yaptığı çalışmaların sonuçlarını sunar. Bonapart, Laplace’a Newton’un aksine tanrıdan bahsetmediğini belirtir. Laplace ise “bu hipoteze hiç ihtiyacım duymadım” diye cevap verir.

Mekanik materyalizmden Marx ve Engels’in diyalektik materyalizmine

Tanrı, bilim insanlarının vazgeçebilecekleri, o olmadan da yapabilecekleri bir hipoteze dönüşmüştü. Bundan sadece bilim insanları vazgeçmedi; çünkü bu şekilde düşünmek, akıl yürütmek, ilk modern materyalist düşünceleri ortaya çıkardı. 18. yüzyıldan itibaren, Diderot ve La Mettrie gibi fransız fılozoflar, Antik çağlardan beri doğa üzerine tamamen dini olan görüşlere aykırı olarak tümüyle dini olmayan ilk görüşleri ortaya koyup açıkladılar.

Materyalizmin temelinde, dünya, evren, doğa, bizim de dahil olduğumuz bizi çevreleyen herşey, bizim bilincimiz dışında, onu gözlemleyen kim olursa olsun, ondan bağımsız olarak var olur, nesnel gerçekliğe sahip olduğu düşüncesi bulunur. Bu gerçekliği, görmemizi, duymamızı, dokunarak hissetmemizi sağlayan duyularımız aracılığıyla duyumsayıp algılayarak bilsek bile, gerçeklik bizim dışımızda, yadsınamayacak biçimde vardır. Bu bizim düşüncemizin ürünü değildir.

Bizim düşüncemiz, bu gerçekliğin ürünüdür: Böyle olması, düşüncemiz gerçekliği yansıttığı için değil, düşüncemizin kaynağı olan beynimizin de maddi olması nedeniyledir. Düşünce, maddenin malı, özgüllüğü veya daha belirgin biçimde maddenin belirli bir ürünü, yüz milyonlarca yıl boyunca oluşan biyolojik evrimin bir meyvesi, karmaşık bir ürün, yani maddenin ürününden başka bir şey değildir.

Bu anlayış, bugün bize açık görünebilir. Fakat insanlar kendilerini çevreleyen dünyayı açıklamaya çalıştıklarında, anlamak, açıklamak istediklerinde, düşünceleri; kendilerine, doğanın geri kalanından derinliğine farklı bir şeymiş gibi göründü. Maddenin düşünceyi doğurabileceğini anlamak, hatta hayal etmekten bile acizlerdi. Maddenin kendisiyle ilgili hiçbir bilimsel görüşleri yoktu. Bu nedenle dünyayı açıklamaya çalışan ilk görüşlerin birkaçı, canlı varlıklara, hayvanlara, sonuç olarak da kendilerini çevreleyen her şeye bir ruh atfettiler. Tarih öncesi atalarımız, Antikçağ’ın ve Ortaçağ’ın büyük çoğunluğu için "ruh", maddeden başka birşeydi, hatta kendi vücutlarını biçimlendiren maddeden de başka bir şeydi. İnsan vücudu ölebilirdi ama ruh ölümsüzdü, çünkü maddi değildi.

Düşüncemiz dışında varolan, düşüncemizin de sadece onun ürünlerinden biri olduğunu kabul eden bir maddi dünya anlayışını, bütün doğa görüşlerine ön şart olarak sunmak, öncelikle bilimlerin gelişmesini ve sistemli olarak da bu gelişimin sonuçlarının üzerine yansımasını gerekli kılıyordu.

18. yüzyılın bu filozofları tarafından hazırlanan materyalizm, daha sonra mekanik (herşeyi mekaniğin kanunları ile açıklayan felsefe akımı) olarak nitelendirildi. Aslında o dönemde, belirli bir gelişmişlik düzeyinee ulaşmış tek bilim mekanikti. Gerçekliği sadece mekanik model aracılığıyla kavrama, algılama eğilimindeydiler. Biraz, insan da dahil olmak üzere her şeyin, bir makina gibi anlaşılabileceğini düşünüyorlardı. Bu konuda en tanınmış eser, La Mettrie’nin L’Homme Machine (Makine Adam) idi. Bundan, onların materyalizminin temel başka sınırları ortaya çıkıyordu: Gerçekliği bir süreç olarak değil, sürekli dönüşüm halinde ele alıyor, düşünüyorlardı. Bu düşünürler, dönemlerinin sınırlı bilgilerine bağımlıydılar. Bu bilgilerin ötesine geçemezlerdi, zaten bunu daha önceden büyük oranda yapmışlardı.

Materyalizm gelişmek, ilerlemek için doğanın ve insan toplumlarının evrimini dikkate almak zorundaydı: Evrimi kavramak, onu anlamak hiç de kolay ve açık birşey değildi. Doğa, birçok açıdan değişmez gibi görünebiliyordu: Mevsimler birbiri ardına tekrarlanıyor, insanların ve hayvanların yaşam döngüsü sanki her zaman böyleymiş ve böyle olacakmış gibi birbiri ardına yenileniyor, yeniden yeniden üretiliyordu. İnsan toplumu da sanki değişmez gibi görünebiliyordu: Egemenler, egemenleri izliyor, ezilenler ezilen olarak kalıyor; meslekler bile nesilden nesile babadan oğula geçiyordu.

Avrupa çapında feodal düzeni sorgulatan Fransız Devrimi’nin neden olduğu politik ve toplumsal alt üst oluş, evrim fikrini canlandırdı, yeniden gündeme getirdi. Alman filozof Hegel, onu büyüleyen ve onun ilham kaynağı olan Avrupa’daki bu sosyal karışıklık döneminde yaşadı, onun çağdaşı oldu. Hegel, bütün değişimlerin kaynağının değişmekte olanların ayrılmaz parçası olan çelişkilerde aranması gerektiğini düşünen bir filozoftu. Ona göre evrim, bu çelişkilerin etkisi altında, bazen yavaş yavaş, bazen aniden gerçekleşiyor ve çelişki, zaman içindeki bir sonucun diğeri üzerinde zaferiyle çözümleniyordu. Bu istikrarlı, durağan bir duruma yol açmıyor, aksine eskisinden daha yüksek bir gelişme düzeyine tekabül eden yeni bir evrimin motoru olan, çelişkilerle yoğrulmuş yeni bir gerçekliği doğuruyordu.

Hegel, terimin felsefi anlamıyla idealistti. Onun için, fiziksel ya da sosyal olsun gerçek dünya, l’Idée (fikir) dünyasında tamamlanıyordu. Bunu sabit bir şekilde değil, patlamaya hazır çelişkiler tarafından harekete geçirilen evrimleşen bir süreç olarak düşünüyordu.

Hegel’in sürekli dönüşüm halindeki bir dünya üzerine görüşleri, 19. yüzyılın başlarındaki genç radikal Alman entelektüellerarasında başarıya ulaştı. Özellikle de İngiltere ve Fransa’da gördükleri gelişmelerden geride kalan ülkelerinin, politik, sosyal ve ekonomik geri kalmışlığı yüzünden isyan eden aydınlar arasında öncelikle başarılı oldu. Marx ve Engels de bu gençler arasındaydı. Kendilerini solcu genç Hegelciler olarak tanımlıyorlardı. Aynı zamanda, Fransız materyalistlerinin görüşlerinden de derinlemesine etkilenmişlerdi. Onları en genel sosyal başkaldırıya ve komünizme doğru iten kendi öz felsefi ve politik evrimleri, bu iki bakış açısını birleştirmeye götürdü.

Marx’ın deyimiyle, Hegel’in diyalektiğini yeniden ele alarak, onu “ayaklarının üzerine” oturttular. Yani ona toplumun ve doğanın gerçeklerini araştırırken uygulamaları için materyalist bir temel kazandırdılar. Marx’ın yazdığı gibi, “düşüncenin hareketi, sadece gerçek hareketin insan beynine taşınan ve aktarılan yansımasıydı.” Diyalektik materyalist bakış açısıyla donanmış olarak, toplumun dönüşümünden hareketle komünizmi geliştirdiler.

Materyalizm, diyalektikle bütünleşerek18. yüzyılın mekanik materyalizminin sınırlarını aştı. Doğal ve sosyal olguları, bilimsel görüşlerinin, kendilerinin sürekli bir evrim, gelişim içinde olduklarının bilincinde olarak, kendi dinamikleri ve çelişkileriyle araştırmayı dayattı.

Marx’tan bu yana doğa bilimlerinin gelişimi

19. yüzyıl, doğal ve sosyal bilimlerin pek çok alanında önemli bir gelişme dönemi oldu. Darwin tarafından geliştirilen türlerin evrimi, ilk insan toplumlarının tarihi hakındaki bilgiler ve diğer keşifler, sürekli olarak Marx ve Engels’in fikirlerini beslediler.

O zamandan beri, bilim ilerlemeye devam etti ve son yüz elli yıldaki büyük buluşların listesini yapmak olanaksız hale geldi. Bilimsel görüşlerin nasıl ilerlediğini ve bu ilerlemenin doğanın materyalist ve diyalektik anlayışını nasıl güçlendirdiğini göstermek için, güncel fiziğin tasarladığı gibi madde ve onun örgütlenmesinin tarihi, diğer taraftan da biyoloji ve canlıların evrimi olmak üzere iki temel alan örnek olarak ele alınacak.

Evrenin tarihi ve maddenin oluşumu

20. yüzyılın başında, maddenin atomlardan oluştuğu biliniyordu. Bunlar, kimyanın bulduğu, sınıflandırdığı ve bilinen tüm kimyasal bileşiklerin temelindeki elementlerin her birine karşılık gelen, hidrojen, karbon, oksijen, kurşun, uranyum ve diğerleri gibi atomlardı. Örneğin kimya, bir su molekülünün hidrojen ve oksijen olmak üzere iki atomdan, bütan gibi yanıcı gaz moleküllerinin ise sadece basit olarak karbon ve hidrojen atomlarından oluştuğunu tespit etmişti.

Optik ve elektromanyetizma alanındaki ilerlemeler, mikroskopların, optiğin ve elektroniğin detaylı, maddeyi gözlemlemek üzere giderek daha da güçlü ve etkin bir biçimde geliştirilmesini sağladı. Diğer başka cihazlar, makinalar, araç gereçler, parçacık hızlandırıcıları, maddeyi gittikçe daha küçük bölüp parçalayarak, daha küçük ölçeklerde incelemeyi sağladı. Maddenin “sonsuz küçük” alanda nasıl davrandığı, giderek daha iyi anlaşıldı.

Fizikçiler,1960’lı yılların sonunda, çok basit bir model oluşturdular. Buna göre, bilinen bütün kimyasal elementler üç temel yapı taşından, üç ayrı tipteki temel parçacıktan meydana gelmişti: Bunlar, kuark u (up yani yukarı), kuark d (down yani aşağı) diye adlandırılan iki parçacık ve elektrikteki rolü çoktandır açıkça ortaya konmuş olan elektrondu. Böylece, iki kuark “u” ve bir kuark “d”, en basit atomun çekirdeğini yani hidrojenin çekirdeğini oluşturur. Tamamlanmış bir hidrojen atomu elde etmek için bunun etrafına bir de elektron eklemek gerekiyor. Madde, birbirini izleyen iç içe geçmelerle örgütleniyor. Kuarklardan çekirdek, çekirdek ve elektronlardan atomlar, atomlardan da moleküller oluşuyor. Moleküller, suyunkine benzer biçimde sade ve basit, veya milyarlarca atomdan oluşan canlı organizmaların molekülleri gibi son derece karmaşık olabiliyor.

Bunca az temel elementden yola çıkarak, maddenin bütün çeşitliliğinin nasıl ortaya çıktığını anlamak için, alfabeyle birebir bir benzetme yapılabilir. Alfabede 29 harf var. A, b, c, d, gibi her harf belirli bir biçimde telaffuz ediliyor. Ancak harfler, belirli bir biçimde düzenlenirse bir kelime oluşturuyor. Kelimeyi oluşturan harflerin her biri artık farklı telaffuz edilir. Kelimenin anlamına gelince, harflerin kendilerine değil, onların biraraya geliş biçimlerine bağlı. K, ı, r, m, ı, z, ı, harfleriyle bir örnek verilirse, bu harflerle “ kırmızı” kelimesi yazılabilir. Aynı harfler başka bir düzene koyulursa, örneğin önceki kelimeyle hiçbir ilgisi olmayan “kımız” kelimesi de yazılabilir. Devam edilirse, kelimelerle cümleler oluşturulabilir. Cümle içinde aynı kelimenin anlamı değişip çeşitlenebilir, çünkü cümle içindeki kelimelerin bir araya gelişi, kelimelerin kendilerine nihai, kesin anlamlarını verir. Bütün edebiyatımız 29 harfle yazıldı. Aynı şekilde, maddenin bütün çeşitliliği, sözü edilen üç temel parçacıktan oluştu.

Maddenin bu karmaşık yapısının tarihini anlamak için, astronomi yani gökbilime bir göz atmak gerekiyor.

Amerikalı gökbilimci Hubble, 1920’lerin başında, giderek daha da güçlenen gelişmiş teleskopların yapımı sayesinde, evrenin, güneşimiz gibi, milyarlarca yıldızı gruplaştıran, sonsuz sayıdaki galaksilerden oluştuğunu kanıtlamıştı.

Hubble, birkaç yıl sonra, astronomide devrim yaratacak bir keşif yaptı: Galaksilerin, patlayan bir gazın molekülleri gibi birbirinden uzaklaştıklarını fark etti. Evrenin yayılıp genişlemesini keşfetmişti. Değişmez bir evren görüşü yıkılıyordu. Bundan böyle, evrenin kendi bütünlüğü içinde bir hikayesi vardı.

Astrofizikçiler onlarca yıl boyunca, maddenin yapısı hakkında sahip oldukları bilgiler ışığında, bu tarihin ne olabileceği konusunda hipotezler ürettiler. Sonunda 1960’ların ortasında, Büyük patlama (Big Bang) teorisi diye adlandırdıkları bir modele ulaştılar.

Evrenin 10 milyar yıldan daha önce, sadece söz edilen kuark ve elektronları içeren temel parçacıklardan oluşan bir çorbadan başka birşey olmadığını varsayarak ve yalnızca bu çorbanın yayılıp genişlediğine ilişkin başka bir hipotez daha kurarak, maddenin bilinen yasalarından yola çıkıp temel parçacıklar çorbasının nasıl zaman içinde yavaş yavaş dönüştüğünü açıklamak mümkün oldu. Hareket halindeki temel parçacık çorbası genişliyor, soğuyor, bu ise, sayelerinde daha ağır elementler üreyen ilk çekirdekleri, daha sonra ilk atomları, sonra da yıldızları oluşturarak, daha karmaşık maddeleri ortaya çıkarıyor. Bu teori, çok basit ilkel bir durumdan, yıldızlarıyla, gezegenleriyle, bilinen tüm kimyasal elementleriyle bugünkü yapısına kadar evrenin evrimini anlatıyor. Açıkçası, bazıları burada bir tanrı eli görüyor, tanrı müdahalesi algılıyor. Ancak bilimin henüz tüm ışığını veremediği, aydınlatamadığı alanlarda dini ön yargıların, kendilerini güçlendirmesi yeni bir durum değil.

Evrenin bu öyküsü ve maddenin örgütlenmesi, önemsenmeyecek kadar küçük bir ilerleme olsa da, mistisizme (gizemcilik, tasavvuf) vurulan harika bir darbe oldu. Big Bang teorisi, bugün olabildiğince yoğun, karmaşık olan evrenin milyarlarca yıl önce son derece basit ve sade bir halde olduğunu gösteriyor: Bilimin ortaya koyduğu yasalarca yönetilen temel parçacıklar çorbası, ruh ya da ilahi kavramlar üzerine edilen boş laflara hiç yer bırakmıyor. Temel parçacıklar çorbası ve bizlerin, insanoğlunun yapıldığı biçimde maddenin karmaşık örgütlenmesi arasında sonsuz sayıda aşama var. Bu aşamalardan birçoğu hala açıklanmayı anlaşılmayı bekliyor, ancak her zaman aynı evren ve madde söz konusu.

Türlerin ve genetiğin evrimi

Canlı yaşamı ve evriminin sistemli incelenmesi gerçek anlamda 200 yıldan daha önce başladı.

Doğa bilimcileri, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bütün bilinen hayvan ve bitki türlerini kaydetmeye, sınıflandırmaya ve isimlendirmeye koyuldular. Farklı türler arasındaki benzerliklere göre sınıflama yapsalar da, bilginlerin büyük çoğunluğu için türler değişmeden kalıyordu. Sonuç olarak, dini yaradılış görüşü egemendi. Bilinmeyen türlerin fosilleri daha o zamanlarda bulunmuştu. Ancak ortak kamuoyu, bunların İncilin anlattığı büyük tufan sırasında yok olan türlere tanıklık etmelerini istiyordu.

Fransız doğa bilimcisi Lamarck, Fransız devriminin bütün hızıyla yaşandığı dönemde, yaşıyan türlerle fosillerin tanıklık ettiği türler arasındaki benzerliklerden yola çıkarak, türlerin değişip dönüştükleri fikrini ortaya attı. Dönüşümün motoru olarak önerdiği mekanizma, türlerin yaşadıkları ortamların değişiklik ve çeşitliliklerine uyum sağlamalarıydı. Lamarck’a göre, örneğin zürafaların boyunları, Afrika savanlarındaki yüksek ağaçların dallarına ulaşmayı sağlamak üzere uzamıştı. Ancak onun hipotezini hiçbir kanıt desteklemiyordu.

22 yaşındaki İngiliz doğa bilimcisi Darwin,1831 yılında beş yıl sürecek olan bilimsel bir dünya gezisine başladı. Kendisinden önceki doğa bilimcileri gibi yeni hayvan ve bitki türleri keşfetti ve örneklerini İngiltere’ye gönderdi.

Gemisinin Pasifik’teki Galapagos Adaları’ndan geçişi sırasında, bazı kuşların, ispinozların anatomik anlamda olağanüstü bir biçimde uzmanlaştıklarını görerek şaşkınlığa uğradı. İspinozların gagaları, takımadaların bir adasından diğerine hafifçe farklılaşıyordu. Her tip gaga bir beslenme biçimine uyarlanmıştı: Deliklerin diplerindeki solucanları alabilmek için ince bir gaga, kalın kabuklu yiyecekleri, tohumları kırabilmek için daha kısa güçlü gaga gibi her tip gaga, her adanın çevre koşullarına göre biçimlenmişti.

Darwin, İngiltere’ye döndüğünde gözlemlerini yorumlamaya çalıştı. Darwin, 1837 yılının bir günü, küçük not defterlerinden birine, ortak bir atadan gelen, farklı türleri temsil eden dallara ayrılmış bir desen çizdi ve üstüne ingilizce olarak “düşünüyorum” diye yazdı. Darwin türlerin evrimini tasarlamıştı. Ancak evrimin hangi doğa yasasına dayandığını açıklaması gerekiyordu.

Seçme, ayıklanma yoluyla türleri iyileştirmek, evrime uğratmak, yetiştiricilerin çok iyi bildiği bir şey. Binlerce yıldan beri, verili bir tür içinden ilgilendikleri özelliklere sahip olanları seçerek, onları birbirleriyle çiftleştirip yeniden üreterek ve bunu birçok nesil boyunca tekrarlıyarak, istenen özelliklerin seçilen hayvanın yavrularına geçmesi sağlanır. Böylece aynı tür içinde değişik cinsler oluşturulur. Örneğin, sayılamayacak kadar çok at ve köpek cinsi, çeşidi insan tarafından yapılan bu seçimin ürünü. Ancak türlerin seçimi, doğada nasıl gerçekleşiyor?

Gerici bir Anglikan protestan papazı Malthus’ün insanlar arasında “yaşam için mücadele” adlı teorisi, Darwin’in ilham kaynağı oldu. Düşünceleri onu, türlerin evriminin seçilim sonucu olduğu inancına götürdü. Doğal yaşam çevresine en iyi uyan bireyler, yani hayatta kalmaya ve üremeye en uygun niteliklere sahip olanlar, doğal olarak seçiliyordu.

Darwin’in fikirlerini halka açıklaması için 20 yıldan fazla zaman gerekti, çünkü kilisenin baskısına maruz kalacağını biliyordu.1859 yılında Doğal Seçim Yoluyla Türlerin Kökeni isimli bir kitap yayınladı. Girişinde şöyle yazıyordu: “Derinlemesine, kapsamlı yapılan bir araştırma, inceleme, soğuk ve tarafsız bir değerlendirmeden sonra, çok yakın bir zamana kadar birçok doğa bilimcisi tarafından savunulan, geçmişte benim de savunduğum fikrin, yani her türün bağımsız bir yaradılışın nesnesi olduğu fikrinin kesinlikle tamamen yanlış olduğu konusunda kendimi desteklemek zorundayım. Türlerin değişmez olmadığına bütünüyle ikna oldum. Nihayet, doğal seçilimin türlerin değişmesinde temel bir rol oynadığına da ikna oldum.”

Toplum 19. yüzyılın ortalarında tam anlamıyla hareket, kaynaşma halindeydi. İngiltere’den başlayan sanayi devrimi, eski aristorasinin ekonomik ve sosyal temellerini yıkarak Avrupa kıtasına yayılıyordu. Avrupa’nın her yerindeki ayaklanmalar ve sosyal devrimler krallıkları ve imparatorlukları sarsıyordu. Darwin mücadelesini bu koşullarda yürüttü.

Darwin, fikirlerde gerçek bir bir devrim başlattı. Kendisi ve savunucuları, başta kilisenin yaydığı ve doğa bilginleri üzerinde baskı aracı olarak kullanılan fikiler olmak üzere, geçmiş görüşlere karşı şiddetli ve amansız bir savaş yürüttüler. Ancak Darwin’in keşfi, doğaya ilişkin parlak yeni görüşü, tıpkı Galileo ve Newton zamanında olduğu gibi karşı konulamaz, karşı durulamazdı. Sadece kendini dayatabilirdi ve dayattı da!

Darwin’den itibaren, biyoloji ve kimyada gerçekleşen ilerlemeler, evrimin mekanizmaları hakkında, başka birçok konuyla birlikte moleküler alanında da, ayrıntı bilgiler verdi.

19. yüzyılın başında, bütün canlı organizmaların, örneğin cildimizi, kemiklerimizi, beyimizi, karaciğerimizi oluşturan hücreler gibi çok çeşitli hücrelerden oluştukları biliniyordu. 20. yüzyılın ortalarından itibaren, bir bireyin bütün hücrelerinin DNA (Deoksiribonükleik Asit) adı verilen aynı molekülü içerdiği biliniyordu. Her bir bireyin karakterini belirleyen (polis dizileri bize bunu hatırlatıyor) bu molekül, genom verilen kimyasal maddedir ve ayrıca bu genlerin işlemesini sağlayan çok büyük sayıda bilgiyi muhafaza eder.

Canlı bir organizmanın örneğin, bir insanın gelişimi, tek bir hücreyle başlar, bu hücre bölünür, yeniden, yeniden bölünür, giderek sözkonusu organizmayı oluşturan hücre çeşitliliğini veren uzmanlaşmış hücre grupları ortaya çıkar. Canlı varlığın bütün biyolojik bilgileri DNA molekülünde bulunur. Bu molekül, çok önemli miktarda bilgi taşır.

Maddenin örgütlenmesinde olduğu gibi, çok basit bir “alfabe” tabanı oluşturur. Bütün DNA molekülleri ayrıştırılabilir, sonuçta sadece nükleotid olarak adlandırılan basit dört küçük molekülden oluşurlar. Adenin, guanin, timin, sitozin adları verilen bu dört nükleotid, ilk harfleriyle A, G, T ve C (cytosine = sitozin) ile simgeleştirilir. Bunlar tek başlarına, DNA’daki tüm bilgileri, diğer bir deyişle, yumurta (zigot) diye adlandırılan tek bir hücrenin bölünerek önce tam bir canlıya (embriyo), sonra uzmanlaşmış hücre gruplarına (fetüs) dönüşmelerini sağlayan bütün kimyasal süreçlerin başlıca bilgilerini kodlarlar.

DNA molekülünün bileşimi, bireyin ebeveynlerinden miras alınır. Fakat bütün moleküller gibi o da, bileşiminde değişime uğrayabilir. Eğer bu değişimler, üreme hücrelerini yani yumurtayı veya spermleri etkilerse, türlerin biyolojik değişimlerine neden olur. DNA’daki bir modifikasyon (değişim), doğacak bireyde hiç bir etkide bulunmayabilir, elverişsiz zararlı olabileceği gibi, tersi de olabilir, yani bireyin çevresine en iyi biçimde uyum sağlamasını da mümkün kılabilir. Sonra, çevreyle uyumsuz olanlardan yola çıkarak doğal seçilim devreye girer, işlevini görür. Galapagos Adaları’ndaki ispinozlarda olduğu gibi ortama en iyi uyum sağlayan bireyler ve türler evrimleşir. Bu nedenle, DNA molekülü, hem miras almanın, kalıtımın, hem de evrimin kimyasal desteğidir.

Ancak her şeyi ailelerden miras alınan genler yapmaz. Her birimiz bize miras bırakılan gen dizilerinden daha fazlasıyız. Çevre, sadece doğal seçilim düzeyinde müdahalede bulunmaz. Aynı zamanda, genlerin işlevini, kodlarını çözen, görülebilir bir biyolojik özelliğe dönüştüren kimyasal mekanizmalar düzeyinde doğrudan etkileyerek, bireyin biyolojik gelişimine de müdahale eder. Bu mekanizmalar epigenetik diye adlandırılır çünkü genlerin işlevini belirler. Örneğin, homozigot (her kromozomunda birbirine eşit gen taşıyan birey) ikizler, yani aynı yumurta ikizleri oldukları için tam olarak aynı genlere sahip olan ikizler, doğduklarında, birbirlerine çok benzer. Ancak yaşadıkları süre boyunca, birbirlerinden giderek farklılaşırlar. Bu gözle görülebilir ama uzmanlar bu değişimi, hücre düzeyinde de ölçebilir. İkizlerin doğmasına neden olan hücre bölünmesi sırasında, birçok kimyasal süreç, DNA molekülünü replikasyon (hücre, organizma ya da molekülün kopya edilme süreci) sürecinde değişikliğe uğratabilir. Organizmalar, bütün yaşamları boyunca, çevrenin etkisi altında epigenetik mekanizmalar yoluyla farklı biçimde adapte olur.

Bu mekanizmalar, bir bireyin gelişiminde önemli büyük etkiye sahip olabilir. Bir kovandaki tüm arılar, doğduklarında aynı genetik mirasa sahiptir. Fakat bu arılardan biri, arı sütü ile diğerlerinden farklı beslendiği için kovanın tek doğurgan, verimli arısı haline gelir. Arıcılar, bu arının, yeniden üreme rolünü, “kraliçe” rolünü üstlendiğini söyler.

Birkaç yıldan beri, çevrenin epigenetik mekanizmalar üzerindeki etkisinin bir nesilden diğerine aktarılabileceği tespit edildi. Bu durum, fareler üzerinde gösterildi. Örneğin farenin tüylerinin renginden sorumlu geni değişmeksizin, kuyrukta beyaz lekelerin ortaya çıkması, fare tarafından yaşamı boyunca edinilen ve sonraki aile bireylerine geçebilecek olan epigenetik bir mekanizma olduğunu ortaya koydu.

Biyolojideki gelişmeler, 3.8 milyar yıl önce okyanusta ortaya çıkan ilk tek hücreli canlı varlıklardan, gümnümüzdeki bitki ve hayvan dünyasındaki çeşitliliğe kadar; canlı varlıkların işleyişi ve evrim mekanizmalarını daha belirgin, ayrıntılı ve nalaşılır, genel geneolojik ağacın (soy ağacı) bütün üyeleri arasında bağ kuran, daha kapsayıcı ve birleştirici ortak bir görüşü getirdi.

Bilimsel yasaların evrimi

Bilimler, doğayı anlamada ve hükmetmekte ilerleme sağladı. Uçaklar bilimsel yasalar sayesinde uçuruldu. Yine bu yasalar sayesinde 30 kg uranyum ile Paris bölgesinin tamamına bir gün boyunca elektrik sağlanabiliyor ve sanki yan yanaymış gibi dünyanın bir ucundan diğer ucuna iletişim kurulabiliyor.

Büyük çoğunluğun, bütün bunlardan yararlanması ise çok uzak. Bugün milyarlarca insan cep telefonu olsa da, bir o kadarının başını sokacak bir evi ya da içme suyu yok. Fakat burada, bilimin de yardımcı olduğu doğaya hakim olma değil, insanlığın kendi öz sosyal örgütlenmesine hakim olamaması söz konusu.

Hala açıklanamayan çok şey var. Bilginin sınırlarını zorlayan ve genişleten her keşif, aynı zamanda doğayı inceleyip keşfetmek için yeni bir alan açar. Fakat elde edilen bütün bilgiler, insan düşüncesininin ve insanlığın yaratıcı faaliyetinin neleri gerçekleştirmeye yetenekli olduğunu, neler yapabileceğini gösteriyor. Ayrıca hala büyük bir maceranın şafağında olunduğunu, insanlığın sonunda bütün baskı ve zulümden kurtulacağı düşünü de hayal ettiriyor.

Bilimin tarihi ve ilerlemesi, öne sürülen, ortaya konan bütün yasaların değişebileceğine, hatta bazan devrime uğrayabileceğini gösteriyor. Bilimsel yasalar, insan beyni tarafından doğayı anlamak için oluşturulmuş modeller. Bu yasaların hiçbiri ebedi ölümsüz gerçekler olarak kabul edilemez. Bu, bilimin zamanını, bilimsel teorilerini ortaya koyup, daha sonra ortadan kaldırarak geçirdiği anlamına gelmez. Bir buluş, bazan kendinden önceki bir yasa veya teoriyi zor durumda bırakabilir. Bu durum, geçmişin sonuçlarını özümleyen ve bunları yeni, daha geniş, daha verimli ve üretken bakış açısına yerleştiren, daha üst düzeydebir anlayışla sonuçlanır.

Einstein, görecelik (relativite) teorisiyle, Newton’dan miras alınan evren anlayışında devrim yarattı. Sadece Einstein’ın teorisi, evrenin genel tarihini doğru bir şekilde anlamak için açıkça görmeyi sağladı. Ancak uzaya çeşitli inceleme araçları ya da uydu gönderme söz konusu olduğunda, Einstein ve Newton’un teorileri yeterince birbirine yakın olduklarından Newton’un teorisi kullanılıyor. Çünkü Newton’un teorisi uygulamaya koymak için daha sade ve basit.

Bilimsel yasalar, insanlığa açıklanacak mutlak ve değişmez yasalar değil. Çünkü onlar, önce düşüncede varlar ve insana sadece gidip onları bulundukları yerde arayıp bulmak kalır. Bilimsel yasalar, insanlığın toplumsal ve kollektif çalışmasının sonucudur; dönemin koşullarının sorun ve fikirlerinden yola çıkılarak oluşturulup ortaya konulur. Bir sorunu çözmek için ortaya konan çok sayıda hipotezden bir kaçı, yeni bir yasanın doğmasını sağlar, çünkü bunlar, nesnel gerçekliği biçimledirmeyi, daha önceden karanlık ve karmaşık görülenleri anlaşılır kılmayı başarır. Ve bu da, daha iyi anlaşılan bir gerçeklik üzerinde hareket etmeyi sağlıyor

Bir savaş: Bilimlerde belirlenimcilik (determinizm)

Bilimsel ilerleme, rastlantıdan kaynaklandığı sanılan birçok olgunun gizemini ortadan kaldırıp onları açıkça ortaya koydu. Çünkü doğa bilimlerine göre rastlantı demek, bilgisizliğin, cehaletin, ifadesinden başka bir şey değil. Bilimsel bir yasa, gerçekliği değiştirmez, ona yeni bir anlayış getirir ve zihnimizdeki ya da yaşamımızda bir rastlantıyı, bir gerekliliğe dönüştürür. Başka bir deyişle, bilimsel yasalar gerçekliğin gücünü, etkinliğini, gözlemlenen olguların nedenlerini ve bunların gerekli sonuçlarını açıklar.

Çok uzak geçmişteki atalarımız için, depremler kaderin, rastlantının ya da tanrı iradesinin meyvesi olarak görülüyordu. Bu terimler sonuçta bu olguların mantıklı açıklamalarının yapılamadığını ifade ediyorlardı. Günümüzde, jeoloji, yerkabuğundaki hareketlerin zorunlu olarak bu depremleri oluşturduğunu gösterdi. İlk insanlardan günümüz jeologlarına kadar, deprem gerçeği değişmedi. Ancak gelişen bilgilerimiz bizi, yalnızca doğa güçlerine kaderci bir biçimde boyun eğişin hakim olduğu bir durumdan, insanlığın en azından zengin ülkelerde giderek daha fazla olanaklara sahip olduğu, yeryüzü hareketlerini önceden tespit ettiği ve bunlara karşı korunduğu bir durumuna getirdi.

Bilimdeki ilerlemelere rağmen, bazıları hala doğada belli bir seviyede gerekli ve zorunlu olarak rastlantının bulunduğunu savunuyor. Determinizm bu anlayışa muhalefet eder. Materyalizmden ayrılmaz olan bu kavram, her olanyda nedenlerin bulunabileceğini ve temel olarak da rastlantının sözkonusu olmadığını öngörür. Eğer bir rastlantı varsa o da nedenlerin bilinmemesiyle, cehaletle ilgili. Determinizm, bilimlerde keşiflerin kendileri tarafından doğrulanan, haklı kılınan bir çeşit “açıklaması”dır. Bilimsel girişimin temelinde yer alır. Çünkü aynı nedenler aynı etkilere yol açacağı için bunlardan yasalar çıkarılmaya çalışılabilir. Determinist varsayımları reddetmek, herhangi bir düzey ya da başka bir düzeyde, görünüşteki düzensizlik içinde bir düzenin ortaya çıkmasını sağlayacak yasaları araştırmayı, ya da başka bir deyişle gerçekliği kavramayı reddetmek anlamına gelir.

Materyalist olduğunu iddia etmeyen, hatta bazen de idealist düşüncelerini açığa vuran Fransız matematikçi René Thom, rastlantının propagandasını yapanların şiddetli bir muhalifiydi. Determinizmin ne olduğunu tamamen materyalist olan bir şekilde özetledi: “Bilimdeki determinizm, bir veri değil, bir fetihtir. Buna göre, rastlantı savunucuları, bilimden vazgeçenlerdir.”

Ayrıca, şu ya da bu buluşa dayandığını iddia eden bilim insanları tarafından idealist bakış açısının ifade edilmesi de sözkonusu olabilir. Öncelikle, daha önce sözedilen, Büyük Patlama teorisinin kökeninde tanrıyı görmek istediklerini açıkça söyleyenler var ama herkesin algılıyamayacağı biçimde daha incelikle söyleyenler de var.

Örneğin, Big Bang neden temel elementler çorbasını seyrelterek soğumasını ve maddenin oluşumunu sağlayacak kadar güçlüydü ama yine de çok da güçlü değildi. Çünkü bütün temel parçacıkları, onların atom, sonra yıldız ve daha sonra da galaksiler biçiminde oluşumunu engelleyerek, bir araya gelmesini önlemiş, itip dağıtmış mıydı? Bazı astrofizikçiler, bu önemli soruya, “antropik ilke” diye adlandırdıkları olguyla cevap veriyor. (Anthopos, eski Yunanca “insan” anlamına geliyor buna göre “antropik ilke” insan ilkasi oluyor.) Bu ilke şöyle özetlenebilir: Evren günümüzdeki biçime, görünüme sahip, çünkü eğer böyle olmasaydı, insanlık varolmayacak ve onu algılamak için hiç kimse bulunmayacaktı. Sağduyulu bir dikkat çekme olarak görünen bu ifade, aslında sadece idealist bir çark etme ya da René Thom’un deyişiyle “bilimsel alanı terk etme”dir. Veya bu tip cevaplara verebileceğimiz tek karşılık; bu durum en azından ortaya konan problem konusunda bilimi rafa kaldırmak anlamına gelir. Er ya da geç bilimdeki gelişmenin bu soruya mutlaka bir cevap bulacağı tamamıyla öngörülebilir, bu durumda “insan ilkesi” sadece cahilliğimize verdiğimiz farklı bir isimdir. Sorunun çözümüne katkıda bulunmak yerine, ileri sürülen, belirtilenleri daha da karartır, üstünü örter ve mistisizme yani gizemliliğe açılan kapıyı aralar.

Bilim insanları, kendi araştırma alanlarında yalnızca materyalist olarak davranabilir. Doğanın yeni yasalarının bulunmasını sadece bilimsel akıl yürütme sağlar. Ancak bu durum elbette bütün bilim insanlarını otomatik olarak bilinçli materyalist yapmaz. Bilim insanları da, toplumda birinden diğerine iletilen önyargıların içinde yer alıyor. Bilgi düzeyleri açısından önyargılara direnmek için daha iyi silahlanmış gibi görünseler de, bütün bilim insanları için bunun geçerli olmadığı, uzak olunduğu açık.

İnsan beyninin işleyişini ve insan düşüncesini anlama

Maddenin oluşumu, örgütlenmesi ve türlerin evrimi üzerine düşüncelerden sonra, doğa bilimlerinin diğer bir alanından daha bahsetmek gerekiyor. Materyalist düşüncelerin dayanağına dönüşen, beyinin yapısını ve çalışmasını açıklayan nörobiyoloji. Bu alandaki bilimsel gelişmeler, düşüncenin ne olduğu konusunda her zaman daha ileriye giden açıklamaları da beraberinde getirdi. Bu açıklamalar, ruh üzerine her türlü önyargıya veya düşüncenin kökeni üzerine idealist görüşlere karşı mücadele etmek için gerekli silahları verdi.

İnsan beyni, düşünen madde

Beyin biyolojisi 19. yüzyılın ikinci yarısında modern hastanelerin ve halk sağlığı sisteminin gelişmesiyle ilgili yeni bir bilimdir.

Fransız doktor Broca, afazi hastalarını (merkezi sinir sistemi kaynaklı olarak, konuşma ve ifade etme güçlüğü çeken hastalar), yani artık hiç konuşamayacak olan ancak duyduklarını anlayabilen ve ağız kaslarında hiçbir sorun olamayan hastaları inceleyerek, beyinlerindeki bir bölgenin zarar görmüş olabileceği, kusurlu olabileceği hipotezini ileri sürdü. Bu hastaların ölümünden sonra yaptığı otopsi ve incelemeler, beynin sol yarım küresinin alına yakın bölgesinde bir konuşma, ifade alanı belirledi. Gerçekten de bütün bu hastalarda, beynin bu bölgesinde hasar söz konusuydu. Bir Alman nörolog Wernicke, yaklaşık on yıl sonra, kafatasının arkasında bulunan bir alanı, konuşmaları anlama bölgesi olarak niteledi. Beyin fonksiyonlarına yönelik bölgeleri tespit etme yarışı başlamıştı.

Beyin ile canlı varlığın geri kalan bölgeleri arasındaki bağlantıların anlaşılması paralel olarak ilerledi. Sinir sistemi, sistemli olarak incelendi. Sonra sinir impulsiyonu (yani nöronlar tarafından üretilip iletilen elektrik sinyalleri) keşfedildi, sinirler vasıtasıyla bütün vücuda yayılabilen bu elektrik sinyalleri, kasların kasılıp gevşemesini sağlıyor.

19. yüzyılın sonunda, bütün vücudu dolaşan bir sinir sistemi vasıtasıyla organizmanın çok çeşitli işlevleriyle ilşkisi olan özel bölgelere sahip bir beyin fikrini içeren bir görüş kendini dayattı. Sinir sistemi, “ağımsı” denilen, elektrik kabloları ağı, gibi bir çeşit, katı değişmez tek bir yapı oluşturur.

Bununla birlikte, beyin maddesinin mikroskop altında ilk incelenmesi, aksine, ince uzun ama birbirinden bağımsız beyin hücrelerinden, biyologların adlandırdığı biçimiyle nöronlardan oluştuğunu açığa çıkardı. Ağımsı yapı teorisini savunanlar ile muhalefet edenler arasındaki şiddetli tartışmalardan sonra, katı, kablolardan oluşan bir yapıya sahip beyin fikrinden çok uzak yeni bir beyin görüşü oluşturuldu.

Beyin, bu yeni fikre göre, birbirine bağlanmış çok büyük sayıda özel hücrelerden, nöronlardan oluşuyor. Bir insan beyni, yaklaşık yüz milyar nöron içeriyor ve bunların her biri diğer nöronlarla yaklaşık ortalama on bin bağlantı kuruyor. Bu, bir bireyin yaşamı boyunca birbiriyle bağlanan, birbirinden kopan toplam bir katrilyon bağlantı anlamına geliyor ve bu da öğrenme kapasitemiz üzerinde temel bir rol oynuyor.
Nörobiyoloji, nöronları keşfederek, sinir uyarılarının (sinirlerde duyusal ve motor işlevi gören harekete geçirici uyarılmaların yayılmasına izin veren elektrik dalgası) geçişi, iletimi sorununu tekrar ele aldı. Beyin yapısı çok parçalanmış olsaydı, elektrik akışı nasıl olabilirdi? Sinir uyarıları, nöronların içinde, bir elektrik dalgası, sinyali gibi yayılıyordu. Ancak bu dalgalar, nöronlar arasında nasıl birinden diğerine geçiyordu.

Kimya alanındaki ilerlemeler ve giderek daha hassas ölçüm aletl
erinin gelişmesi, 20. yüzyılın başlarında, nöronlar arasında geçişleri sağlayan kimyasal mekanizmaları anlamayı olanaklı kıldı. Bir nöronun en uç kısmından, diğerininkine geçen nöromediyatör veya nörotransmitter diye adlandırılan moleküller keşfedildi. İster nöronlar arasında kimyasal bir aktarım, isterse nöronların içinde elektrik sinyallerinin yayılması biçiminde olsun, beyinin bütün faaliyetleri, elektrokimyasal süreçlere indirgeniyor.

Nöroaktarıcıların (neurotransmetteurs) keşfi, sinir sisteminin özellikle de beyninin faaliyetlerini anlama konusunda bir adım daha atılmasını sağladı. Aynı zamanda, farmakoloji (eczacılık bilimi, genel anlamda ilaç bilimi anlamına geliyor ve ilaçlara ait her çeşit bilgiyi kapsıyor. İlaçların kökenleri, elde edilişleri, vücutta yaptıkları etkiler, yan etkileri, zehirlenme durumları ve bunların tedavileri ile ilgileniyor) alanında da bir devrim oldu. Bu devrim de, nöronlar arasındaki iletim mekanizmalarına müdahale ederek, vücudun belli kısımlarına anestezi uygulamaya, bu bölgeleri uyuşturmaya veya beyinin işlevlerine müdahale etmeyi sağlayan ilaçlar üretme anlayışının doğmasına yol açtı.

Kanada’lı bir sinir cerrahı Penfield, 20. yüzyılın ortalarında, kafataslarını açtığı epilepsi hastalarında, korteks diye adlandırılan beynin en üst tabakasının yüzeyindeki elektrik akımlarını ve sinirsel uyarıları inceledi. Böylece, insan vücudunun, bütün duyarlı ve motor gibi harekete geçirici bölgelerinin, beyinde temsil edildikleri bölgeleri tespit etti. Vücudun her bölgesini, kortekste bir alanla ilişkilendirdi. Beynin bu alanlarının büyüklüğünün, uygun düştüğü vücut bölgesinin büyüklüğüyle değil, hassasiyet derecesiyle orantılı olduğunu gösterdi. Böylece, korteksteki önemli bir bölgenin, yüz, özellikle de ağız ve boğazın iç kısmıyla ilgili veya el, özellikle de baş parmakla ilgili olduğu ortaya kondu. Vücudun bütün geri kalan kısmı ise çok daha küçük bölgelere denk düşüyor.

Bu keşiflerin en görkemli ve gösterişli uygulamalarından biri de nöro protezler diye adlandırılıyor. Nöro protezler, korteksin harekete geçirici bölgelerinden geçen sinir uyarılarını (nöron tarafından üretilen, yönlendirilen ve diğer nöron ya da organlara aktarılan elektrik sinyallerini) yakalama yeteneği olan elektrotlar yerleştirilerek, hastanın bir protezi, örneğin yapay eklemli bir kolu, düşünce ile kontrol edip, yönlendirmesini sağlamak için kullanılabiliyor. Çünkü beyinde bütün düşünceler sinir uyarılarıdır. Birkaç yıl önce, bütün vücudu felçli, beyni bilgisayara bağlı bir genç, birçok eğitim ve antremandan sonra bilgisayar ekranındaki işaretleyiciyi, fare üzerindeki hareketli bir bir el becerisiyle, sadece düşünerek hareket ettirmeyi başarabildi. Aynı zamanda yine düşünerek bu eklemli kolu hareket ettirip masa üzerindeki bir cismi alarak kendisiyle ilgilenen doktorunun eline vermeyi de başardı. Çok kısa bir süre önce, Amerikalı bir ekip, 30 yıla yakın bir süredir kör olan bir kişinin sol gözünün içine bir optoelektronik protez (ışıkları elektrik sinyallerine dönüştüren cihaz) yerleştirerek görmeye başlamasını sağladı.

Nörobiyologlar, beyindeki belirli görevlerde uzmanlaşmış bölgelerin tespitinden ve bu değişik bölgeler arasındaki bilgi geçişlerinin, alışverişlerinin anlaşılmasından yola çıkarak, bir beynin nasıl çalıştığını anlamaya başlayabildiler. Basit bir düşünce, anlaşılan bir cümle, gözlemlenen bir imaj veya ifade edilen bir sözcük için, beyinin çok önemli sayıdaki bölgesinin harekete geçip, birbirleriyle ilişki kurdukları açıkça ortaya kondu. Bir nesneyi gözlemlemek ve onunla ilgili bir sözcük söylemek, gözü, alıcılarını, optik siniri ve aynı zamanda, optik sinir tarafından gönderilen bilgiyi titizlikle ayıklayıp inceleyen beynin birçok bölgesini harekete geçiriyor: Bir tanesi “nesneleri” bir imajda tanımlar, diğeri duranı ve yer değiştireni belirler, bir diğeri, bunların karşılığında bütün bu analizlere sentetik bir tutarlılık, uyum kazandırır. Daha sonra, bir sözcük ve tanımlanan bir nesne arasındaki birlik, beyinin dil ile ilgili alanlarıyla bağlantılı olarak sağlanır.

Beynin ön tarafa doğru korteksin alına yakın bölgesinde yer alan bir bölümü, sinir sistemi bütün vücuda yayıldığı için, beyinin bütün bu alanlarıyla hatta bütün organizmayla kesintisiz ilişki halinde çok önemli temel bir rol oynar. Organizmanın belirli hiç bir işlevine atfedilmemiş olan beynin bu alanı, hiç kuşkusuz akılcı, mantıklı düşüncenin kaynağını oluşturuyor. Bütün memeliler, korteksin beynin alın lobunun önünde bulunan bu bölümüne sahipler. Bu bölgeye, maymunlarla, köpeklerle veya farelerle ortak bir biçimde, insanlar da sahip. Ancak beynin bu bölgesinin göreceli bir biçimde omurgalıların evrimi boyunca giderek büyüdüğünü ve net bir biçimde maymunlardakinin köpeklerdekinden daha büyük, insanlarınkinin ise diğerlerinkinden en büyük olduğunu görmek dikkate değer: Köpeğin, korteksin beynin alın lobunun önünde olan bölümü, toplam korteksinin %7’sini, şempanzenin %17’sini, insanınki ise toplam korteksinin %29’unu kapsar.

20. yüzyılın sonuna yaklaşıldığında nörobiyoloji, beyin üzerindeki araştırmları ve buluşlarında büyük oranda ilerlemişti. Fakat önemli, temel bir soru havada, cevapsız kalmıştı. Nöronlar arasındaki ağlar donmuş, hareketsiz olarak kabul edilmişti. Öyleyse, insan türü için böylesine temel olan birşey nasıl öğrenilebilinirdi? Nörobiyoloji, 1980’li yılların başında, “nöroplastisite”nin (nöronların yaşam boyunca değişikliğe uğrama, yeniden şekillenme kapasitelerini yansıtan göstergelerin tümü) keşfiyle yeni bir devrim yaşadı. Nöronlar arasındaki bağlantıların yeniden ve yeniden kurulup koptuğu, beyninin korteksin farklı bölgeleri arasında bağlantılar kurabileceği veya aksine bu bağlantıları yok edebileceği keşfedildi.

Örneğin, kör bir kişi, parmak uçlarıyla, özel bir kör alfabesini (braille alfabesi) kullanarak okumayı öğrendiğinde bu durum gerçekleşiyor. Bu kişi, öğrenme sırasında giderek işaret parmağının uç kısmının daha da hassaslaştığını hissediyor. Aslında, işaret parmağının dokunmasıyla bağlantısı olan beyin bölgesi gelişiyor. Aynı şekilde, körlerin işitme yetileri daha da gelişiyorsa, bu, işitme duyusunun, yaşamlarında daha büyük bir rol oynayarak, korteksin daha geniş bölgelerini işgal etmesi nedeniyle oluyor.

Bu nöroplastisite, öğrenmenin bilgi edinmenin biyolojik koşulu. Bu kavram, doğuştan ya da sonradan edinilenler üzerine yapılan eski tartışmada, insanların düşüncelerinin kökeni üzerine materyalist görüşü onaylar.

Doğuştan ya da sonradan edinilenler

Materyalizme yaklaşan ilk İngiliz filozoflar, 17. Yüzyıl sonunda düşüncelerin duyularımızdan geldiği ve doğuştan edinilen hiçbir düşünce hatta tanrı düşüncesinin bile olmadığı fikri üzerinde ilerlemişlerdi. Bu filozoflardan biri olan Locke, yeni doğan bir çocuğun ruhunu nitelendirmek için “boş yazı tahtası” nitelemesini kullandı.

Diderot ve La Mettrie gibi ilk çağdaş, modern materyalistler, doğuştan kör ve sağır olanlar üzerine anlatılan hikayelere ve onların dünyayı kafalarında canlandırıp kavramalarına ilgiyle yaklaşıyorlardı. Onlara göre, bu özel durumlar, insan beyninin işleyişi üzerine düşünmeye olanak veriyordu.

Diderot, “Körler üzerine mektup” adlı kitabında, İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nde matematik öğretmeni, doğuştan kör bir profesörün hikayesini anlatıyor. Diderot, profesörün, ölüm yatağına günah çıkartmak için gelen ve ona doğanın mucizelerini öven rahibin söylediklerine verdiği cevabı aktarıyor: Kör filozof, rahibe “Eh bayım” diyordu, “benim için hiç yapılmamış olan bütün bu güzel gösteriyi, şovu burada bırakın! Hayatımı karanlıklar içinde geçirmeye mahkum edildim. Bana hiç duymadığım, görmediğim, sadece sizin ve sizin gibi görenler için bir şeyler kanıtlayan mucizeleri alıntılıyor, anlatıyorsunuz. Eğer Tanrı’ya inanmamı istiyorsanız, beni ona dokundurtmalısınız.”

Diderot, rahibin, bir tanrısal, ilahi gerçekleşmeyi görmesi için kendisine dokunmasını önerdiğini anlattıktan sonra, kör profesörün cevabını aktarıyor: “Bunların benim için, sizin için olduğu kadar güzel olmadığını tekrar ediyorum. Ama hayvan mekanizması, sizin iddia ettiğiniz gibi mükemmel olabilir ve buna inanmak isterim, çünkü siz bunu bana dayatmayacak derecede dürüst bir insansınız, en yüksek düzeyde akıllı bir varlıkla ne ortaklığı var? O sizi şaşırtıyorsa, belki de gücünüzün üstünde görünen her şeye mucize olarak muamele etmeye alışık olmanızdan dolayı olabilir. Sizin için genellikle bir hayranlık konusuydum ama sizi şaşırtan, hayran edenler konusunda benim olumlu bir düşüncem yok. İngiltere’nin en ucra bölgelerindeki insanların bile dikkatini çektim, bunlar benim geometriyle nasıl uğraştığımı bir türlü anlıyamıyorlar: Bu insanların, şeylerin olasılıkları konusunda kesin bir fikirlerinin olmadığını kabul etmelisiniz. Bizim görüşümüze göre insanın üzerinde bir fenomen var mı? Hemen şöyle deniyor: Bu bir tanrı eseridir; bu kadar kendini beğenmişliğe gerek yok, mütevazi olalım. Konuşmalarımıza daha az gurur ve biraz daha fazla felsefe katamaz mıyız? Eğer doğa bize çözülmesi zor bir düğüm sunuyorsa, onu olduğu gibi bırakalım, sorumsuz davranıp kaş yapalım derken göz çıkarmayalım yoksa bu düğüm daha sonra bizim için birincisinden daha çözülmez olan yeni bir düğüme dönüşür. Bir Hintliye dünyanın neden havada asılı kaldığını sorun, size bir filin sırtında taşındığı için diye cevap verir. Fil neyin üstünde duruyor? Bir kaplumbağanın; ya kaplumbağa, peki o neyin üzerinde duruyor?... Bu Hintliye acıyorsunuz ama sizin durumunuz da ondan farklı değil, onun gibi size de şunlar söylenilebilir: Arkadaşım Bay Holmes, öncelikle cahilliğinizi itiraf edin ve lütfen bana fil ve kaplumbağa hikayesi anlatmayın…”

Diderot, La Mettrie ve bu dönemin diğer materyalistleri, bu tip örneklerden yola çıkarak, insanların düşüncelerinin, insanlar arası karşılıklı etkileşimin meyvesi olduğu sonuca vardılar. La Mettrie bunu şöyle ifade etmişti: “İnsan düşüncesinin en büyük zemini, temeli, karşılıklı değiştirilmeleridir.”

Bugün, nörobiyolojideki gelişmeler, bu felsefi tavra, bilimsel bir temel kazandırıyor. Fetüsün oluşumu sırasında, beynin biyolojik oluşumunda bireyin genleri sorumlu. Genlerimiz de evrimin sonucu. Korteks, milyonlarca yıllık bir evrim sırasında, kafatasının içine sığabilmek için katlanıp kıvrımlaşarak büyüdü. Eğer insan korteksinin kıvrımları açılarak düzleştirilirse, yaklaşık 2 metrekarelik bir alana tekabül edeceği görülür.

Genlerimiz tarafından kodlanan beynin genel organizasyonu doğuştan vardır. Ancak doğuştan var olaması, aynı zamanda bir sonradan varolmadır. Türümüz homo sapiens, beynin genel kodlarını, milyonlarca yıllık bir evrimle, soyumuzu oluşturan türlerin önemli bir bölümünden miras aldı. Son derece ayrıntılı ve gelişmiş davranışlar, hayvanlar da dahil, genlerde kodlanabilir. Ayrıca, hayvan davranışları da doğuştan gelir, dolayısıyla genetik miras temel ve önemli bir rol oynar. Örneğin, bir kalamar, kendini yok etmek isteyen bir rakibe karşı her zaman aynı reflekse sahip olur. Geriler, dokunaçlarını sallar, rakibini kör etmek için mürekkebini fışkırtır ve saklanmaya çalışır. Evrimle kazanılmış böylesi bir davranış, doğuşundan itibaren kalamarın beyninde kodlanmış olarak vardır.

Öğrenmeye bırakılan yer, beynin uyum (adaptasyon) kapasitesi tarafından belirlenir. Kalamar gibi omurgasız hayvanlar için çok zayıf, memeliler için çok daha önemli olan öğrenme kapasitesi ve ona ayrılan yer, türlere göre muazzam farklılıklar gösterir. İnsan beyninin büyüklüğü ve esnekliği muazzam öğrenme kapasitesinin biyolojik temelini oluşturur. Bir bireyin doğumu anında, nöronları arasındaki gelecekteki bağlantıların yalnızca %10’u gerçekleşmiştir. Bu bağlantıların geri kalan %90’ı çocukluk ve ergenlik çağlarında oluşur, yaşam boyunca da evrilip gelişmeye devam eder. Bu, nöroplastisitenin maddi temelini oluşturur.

Günümüzde, tıbbi görüntüleme sayesinde, beyindeki kan akışındaki değişimler takip edilebiliyor. Yeni doğan bir bebekte, beynin hangi bölgesinin, hangi anda aktifleştiğini detaylı bir biçimde görmek olanaklı. Böylece bebeğin, daha sonra da çocuğun beyninin öğrenmeyle yavaş yavaş nasıl evrim geçirdiği incelenebildi. Beyin, doğumdan itibaren, çocuğun gördüklerine duyduklarına ve dokunduklarına alışıp uyum sağlar. Nöronlar arasındaki bağlantılar, çocuğun yaşadığı ortama göre kurulur. Çocuğun beyni, diğer şeylerin yanı sıra, ana dilinin karakteristik seslerini analiz etmekte uzmanlaşır. Bebeğin beyni, tek bir kelimeyi söylemeden önce aylarca başkalarını dinleyerek konuşmaya hazırlanır.

Böylece, çocukların, altı aylıktan itibaren, anadillerinin alfabelerindeki harflerin seslerini birbirlerinden ayırt edebildikleri biliniyor. Örneğin, Fransız çocuklar, Fransızca’daki “r” harfine eşlik eden sesle, “l” harfine eşlik eden sesi birbirinden ayırt edebiliyorlar. Ancak Japon çocuklarda, dilleri bu iki sesi farklılaştırmadığı için, bu iki sesi ayırt etme yeteneği gelişmiyor. Benzer şekilde, anadili Fransızca olan bir kişinin beyni, Hint dilinin “d” harfine atfettiği 2 farklı sesi algılayamıyor. Bu tür örneklerin çoğaltılması olanaklı.

Çocuğun beyni, onun sosyal, ailesel ve fiziksel ortamıyla etkileşim halinde yavaş yavaş gelişiyor ve uzmanlaşıyor. Çünkü insanın beyninin oluşmasında sosyal ve kültürel çevre, temel bir rol oynuyor. İnsan beyni aslında, en az biyoloji kadar toplumun da bir ürünü.

İnsan beyni aynı zamanda toplumsal, sosyal bir ürün

Bir Sovyet nörobiyoloğu Alexandre Luria’nın formülü kullanılırsa, beynimiz ve daha da belirgin bir biçimde korteksin alına yakın bölgesi, bir “medeniyet organı”. İnsan türü, bu bölge sayesinde yalnızca biyolojik olarak değil, kültürel olarak da gelişebildi. Buna karşılık, kültürel ve sosyal ortam korteksin alına yakın bölgesini biçimlendirdi.

Çok uzak atalarımız, iki milyon yıl önce konuşmaya başladı. Öyle görünüyor ki, Homo habilis, dili ilk kullanan en eski ilk insandı. İnsanoğlu, insan türünün, beyninin büyüklüğünün, araç gereç yapma becerisinin ve kendi öz çevresini değiştirme yeteneğinin evrimi ve gelişimiyle dilini ve düşüncelerini de evrimleştirip geliştirdi.

Çünkü dilimizin yardımıyla düşünüyoruz. Düşünmek, sonuç olarak bir nevi insanın kendi kendisiyle sessizce konuşması oluyor. Dilin, sürekli evrim halindeki insan topluluğunun bir ürünü olması gibi, beyinde filizlenen, yankılanan fikirler de, karşılıklı iletişim ve etkileşimin, içinde yaşadığımız toplumun ürünü oluyor. Fikirlerin ne olduğunu anlamak, aynı zamanda, toplumun ne olduğunu ve nasıl geliştiğini de anlamayı gerektiriyor.

Toplumların evriminin materyalist kavranışı

Doğa bilimlerinden sözettik, ancak toplum hakkında ne diyebiliriz, insanoğlunun sosyal örgütlenmesinden hangi yasaları çıkarabiliriz? İnsanlığın geçmişi üzerine bilinen ve öğrenilmeye devam edilen bulgular, toplumların ve toplumun evriminin bilimsel kavranışını nasıl destekledi?

Batıl inançlara dayalı dini idealist bakış açıları, diğer alanlardan ziyade bu alanda çok daha fazla ağırlığa sahip. Hatta birçok düzeyde, hâkim ve baskın durumda. Toplumsal tarih alanındaki materyalist anlayışlar, materyalizmle çok erkenden ilişki kurduğu, ortaklık ettikleri için, egemen ideolojilerin hedefi oldu ve bu ideolojilerle savaştılar.

Özgür irade ve toplumların evrim yasaları

İnsan toplumlarının tarihi incelendiğinde, durumların çeşitliliğiyle şaşkınlık yaşanabilir. İnsanların sadece toplayıcılık ve avcılıkla yaşadıkları toplumlar; Mısır ve Mezopotamya gibi Antik dönemin büyük imparatorlukları; Yunanistan ve Roma gibi kölecilik temelinde kurulu toplumlar; Orta Çağ’ın feodal toplumları, büyük krallıklar vardı ve son yüzyıllarda kapitalizmin küresel gelişmesi söz konusu oldu. Burada sadece, Avrupa üzerine merkezileşmiş, sınırlı, kabaca bir sıralama sözkonusu.

İnsanlık tarihinde, yaşadığımız toplumla karşılaştırıldığında anlaşılmaz, anlamsız gibi görünen, çok önemli sayıda değişik sosyal oluşumlar var. Örneğin, kölecilik fikri bizi etkiliyor, isyan ettiriyor. Bununla birlikte kölecilik, eski Yunan ve eski Roma gibi bütün bir Akdeniz havzasında yüzlerce yıl var oldu. Kölecilik daha sonraki dönemde, Amerika’daki sömürgelerinde diğer ürünlerin yanı sıra pamuk üretiminde kullanmak üzere Afrika’da yakalanan milyonlarca insanın Avrupalı güçler tarafından iğrenç ticareti nedeniyle, modern Avrupa’yı da damgaladı.

Buna karşın, etnologlar tarafından incelenen bazı toplumlar, baskı ve zulmün, eşitsizliklerin ve özel mülkiyetin kaçınılmaz olduğunu düşünenlere inanılmaz gibi görür. Güney Afrika’da yaşayan San’larda (diğer adıyla Bochimans veya Bushmen’ler) avlanan hayvanlar sistemli olarak paylaştırılır. Paylaştıran kişinin hayvanı avlayan olması gerekmiyor; bunu oku üreten kişi yapıyor, çünkü oklar, avcılar arasında birinden diğerine geçiyor, ortak kullanılıyor.

Bununla birlikte, bütün bu toplumlar tek ve aynı insan türünden oluşmuş. San’lar, kölecilik dönemindeki köle sahipleri, efendiler, köleler ve bizim aramızda temel bir biyolojik farklılık yok.

Aynı biçimde, bizimle, 15 bin, 20 bin hatta 30 bin yıl önce, Fransa’nın Dordogne bölgesinde Lascaux, İspanya’da Santillana del Mar’daki Altamira mağralarının duvarlarına, birçok başka yerdeki, başka duvarlara resim yapan kadın ve erkekler arasında da biyolojik farklılık söz konusu değil. Hepimiz, aynı biyolojik türüz: Fosillerin incelenmesinden biliyoruz. Biyoloji, homo sapiens’lerin geçmişinde veya bugün, tanımlanacak yeni insan ırkının imkansızlığını kesinlikle gösterdi. Aramızda her birimiz farklı, tek ve benzersiz olsak da, akrabalık bağları yeryüzünde yaşayan bütün insanları şu ya da bu derecede birleştiriyor.

Geçmişte ve günümüzde, bütün aşırı toplumsal çeşitliliği, bir tesadüf, rastlantı eseri gibi görünebilir. Fakat yasaları, rastlantının egemen gibi göründüğü yerlerde aramak, tam da bilimsel çabaya özgü bir durum.

İnsanların bilinçleri var ve kendi düşüncelerine göre davranırlar, ancak kendi davranışlarının ve kararlarının bir çok sonucuna hakim değiller. Kişisel seçimler, kararlar, son derece çeşitli gerekçelere göre yapılır. Toplumun gelişme yönü, nadir durumlar haricinde ilişki kurulmamış, düzenlenmemiş tüm seçimlerin, eylemlerin sonucuna göre belirlenir. Bağlantıları kurulmuş, düzenlenmiş olsalar bile, seçimlerin ve eylemlerin sonuçları, genellikle başlangıçta beklenen veya umulan sonuçtan büyük oranda farklı olur.

Bireylerin davranışlarında kullandıkları bilinç genellikle göreceli olduğundan, içinde yaşadıkları toplumun sadece bir bölümünü öğrenebilir, kavrıyabilir. Özgür iradelerine rağmen, seçimleri aslında, genellikle açık ve net farkında olmadıkları birçok faktörün ve toplumsal baskının sonucunda belirlenir.
19. yüzyılın sonlarında Rusya’da Marksizm’in kitleler tarafından anlaşılmasını sağlayan Plekhanov’un sözleriyle; “insan faaliyeti, özgür bir faaliyet olarak değil, gerekli bir faaliyet, yani yasalara uygun ve bilimsel bir araştırmanın konusu olabilecek biçimde tanımlandı.”

Böylesi yasaları çıkarmaya çalışmak, insanların kaderlerini tayin edemeyecekleri anlamına gelmez. Aksine, toplumun evrim mekanizmasının bilincinde olarak, içinde yaşadığımız toplumda, bilinçli hareket etmeye çalışabiliriz. Yer çekimi yasalarını bilmek, hiçbir zaman yer çekiminden kaçıp kurtulmayı sağlamadı; insanlar Galile, Newton ve Einstein’ı keşfetmeden önce de yere daha az düşmedi. Fakat bu yasaların keşfi, uçakları uçurmaya, sonra insanları uzaya ve daha sonra Ay’a göndermeyi sağladı.

Bütün sosyal örgütlenmelerin temelindeki üretici güçler

İnsanlar, varlıkları, kolektif bir örgütlenmeyle yönetilenler dahil hayvan türlerinden farklı olarak, içinde bulundukları topluma göre yaşadıkları ortamı az veya çok köklü bir şekilde değiştirdiler: Avcı-toplayıcılar, yaşadıkları ortamı az ya da çok az, tarımcılar net olarak daha fazla, modern kapitalist toplum ise büyük sanayinin doğmasıyla birlikte çok büyük oranda değiştirdi. Büyük sanayinin doğmasıyla, bizi çevreleyen her şey, hatta çoğu zaman usulsüz biçimde doğal diye nitelendirilenler de dahil her şey, aslında insan emeğinin ürünü. Daha doğru söylemek için şunu eklemek gerekiyor: Bugün insanlığın büyük çoğunluğunun dönüştürücü faaliyetini uygulayan bir işlemler zincirinin sonucu.

İnsanın yaşaması, hatta yaşamayı sürdürebilmesi; her zaman için doğrudan, beslenme için gerekenleri üretme, kötü hava koşullarından korunma, bir yere yerleşme, giyinme ve toplumun gelişmesinin yol açtığı diğerleri; örneğin serbestçe dolaşmak, fikir ve çeşitli nesnelerin alışverişinde bulunmak, bilginin aktarımını sağlamak, hastaların ya da yaralıların bakımını yapmak gibi daha değişik, daha karmaşık bir çok ihtiyacı karşılıyabilmek için doğaya katkıda bulunma ya da onu değiştirip dönüştürme kapasitesine bağlı. Her toplum bu sorunlara veya en azından bunların arasında en temel olanlarına, imkanları oranında cevap verdi. Bu olanaklar, öncelikle her insan grubunun verili bir andaki teknik, bilgi, tecrübe ve beceri dereceleriyle nitelendirilir.

Avcı-toplayıcı toplumlar genel olarak çok düşük düzeyde bir teknolojiye sahipti. Kuşkusuz Güney Afrika çalılıklarında, kaybolunduğu varsayılırsa, bir nükleer fizik mühendisiyle birlikte olmak yerine, ortamın yerel hayvan ve bitki örtüsünü tanıyan, bilen, çöl gibi boş görünen bir ortamda yaşamak, hayatta kalmak için gerekli olan her şeyi bulabilecek bir San’ın eşliğinde olmak çok daha iyi. Fakat bu teknolojik zayıflık, çok zayıf kapasiteli ilkel toplumların, kendilerini çevreleyen, sadece hayatta kalma sınırında yaşamalarına izin veren doğayı değiştirip dönüştürmelerini engellemez. Düzenli olarak kıtlık dönemleri yaşayan bu toplumlardan sadece hayatta kalmayı başaranlar biliniyor. Bunların birçoğu ortadan kayboldu. Avcı ve toplayıcı toplumlarda genel olarak, birikimi ve evrilip gelişmeyi sağlayan çok az artı ürün, ya da her koşulda uzun süreli, kalıcı, çok az artı ürün vardı.

Çok uzak atalarımız varlıklarını güvence altına almak, geçimlerini sağlamak için milyonlarca yıl boyunca bitkileri, hayvan ölülerini toplamak, küçük hayvanları yakalamak daha sonra da avlanmakla yetindiler. Bu insanların izleri, iskeletler, aletler ve hatta daha yakın bir döneme ait duvar resimleri bile bulundu. Arkeologlar, bu evrim boyunca, önemli bir zaman ölçeğinde, çok yavaş ama temel bir teknolojik ilerlemenin izini gördüler.

Bulunan aletler, yavaş da olsa tekniğin evrimini, gelişimini açıkça ortaya koyuyor. En eski dönemlerden beri tek korunan madde olan taş, büyüyen bir etki ve verimlilikle işlendi. Uzmanlar, insanlar 2.5 milyon yıl önce 1 kiloluk malzemeden 10 santimetrelik kesici alet elde etseler de, bundan iki milyon yıl sonra, 500 yüz bin yıl önce, atalarımızın aynı miktar malzemeden 40 santimetrelik, yani dört katı kadar daha fazla kesici alet elde ettiklerini kabul ediyor. Bu 40 bin yıl önce iki metre, bundan on bin yıl sonra ise altı metreden daha fazla oldu!

Taş boyutundaki bu artan etki ve verimlilik, çok sayıdaki değişikliği yansıtıyor. Öncelikle, biyolojik evrimle ilgili değişiklikler, çünkü Homo Habilis’ten Homo Erectus’lar de dahil Homo Sapiens’e kadar, atalarımızın beyinlerinin büyüklüğü, önemli oranda arttı, iki katına çıktı. İnsanlık bu 2.5 milyon yıl boyunca, çok çeşitli çevre koşullarına uyum sağlayarak tüm kıtalara yayıldı. Afrika kıtasında uzun bir süre boyunca küçük gruplar halinde toplayıcılıkla ve hayvan ölülerini yiyerek yaşayan insanlık, alet, araç gereçlerinin gelişip çeşitlenmesiyle ve etkisinin artmasıyla, daha soğuk ortamlara, iklimlere alışmayı başardı. En dikkati çeken önemli aşama, bulgularla onaylanan 500 bin yıldan beri ateşin kullanımına hakim olunduğu ve 400 bin yıldan daha eski zamanlara ait fırlatılan silahlarla yapılan avcılığın uygulandığı dönemdir.

Son on binlerce yıl boyunca kullanılan; örneğin elbise dikmeye yarayan kemikten ya da ren geyiği boynuzlarından üretilen delikli dikiş iğnesi, oyma kayıklar yani kanolar, zıpkınlar, fırlatılan mızraklar gibi araç ve gereçler, giderek kademeli olarak çeşitlendi ve uzmanlaştı.

Daha da gösterişlisi, çağımızdan 13.000 yıl önce meydana gelen iklim değişikliklerine uyum sağlama süreci oldu. 5 bin yıldan daha az bir sürede, 2 bin ila 7 bin yılları arasında, ok ve yayın, balıkçı ağının, av tuzaklarının kullanımı, aynı zamanda deniz, nehir, göl gibi sularda yolculuk, bazı bölgelerde ise besinin pişirilmesi ve saklanması için seramik üretimi söz konusu oldu. Uzun zamandan beri evcilleştirilmiş olan köpek, avcılıkta bu dönemde kullanıldı. Sonuç olarak insanlık tarihinin iki olağanüstü buluşu olan tarım ve hayvancılığın var olduğu dönem geldi.

Görüldüğü gibi, insanlığın geliştirip ortaya koyduğu teknikler, çok yavaş ilerlese de, ilerlemelerin ritmi hızlanmaya devam etti. Her keşif, insanlığı içinde yaşadığı çevreyi kontrol altına alabilmesini, uyum sağlayabilmesi daha da iyileştirmesi için yeni olanaklar sundu. Her biri, insanlığın ilkel üretici güçleri olarak adlandırılabilecek güçleri ilerletti, geliştirdi.

Bu toplumlar tarafından bırakılan diğer izler, bu kadınların ve erkeklerin kendilerinin ve kendilerini çevreleyen dünyanın bilincinde olduklarını, bilinçlerinin zaman içinde teknolojik evrime paralel olarak ilerlediğini kanıtlıyor.

İnsanlık, mezarlarda bulunan kalıntılara göre,100 bin yılı aşkın bir süredir, ölülerinin yasını seremoniyle, törenlerle tutuyor. En azından 30 bin yıl önce bize sanatsal yönlerini, manevi hayatlarının zenginliklerini sunan freskler, mağara duvarlarına yapılan resimlerle ifade ettiler. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, bu resimlerin özellikle erkeklerin eseri olduğu fikrini yeniden sorgulattı. Bir araştırmacı ekibi, Avrupa’nın güney batısında bulunan düzinelerce mağaradaki el izlerini inceleyerek, bu ellerin morfolojisiyle (genel biçim ve görünüşünün) ressamın yaşının ve cinsiyetinin belirlenebileceğini ve el izlerinin dörtte üçünün kadınlara ait olduğunu ileri sürdü. Ayrıca, aynı döneme ait farklı yerleşim yerlerinde, tarih öncesi dönem tarihçilerinin Venüs’ler diye adlandırdıkları, pişmiş toprakla ya da taştan yapılmış, çoğu küçük kadın heykelciği olan eserler bulundu.

Bugün ilk hominidlerin (insanın en eski ataları) ve daha sonra ilk insanların nasıl yaşadıklarını, küçük dağınık grupların, daha önce sözü edilen ve Paleolitik diye adlandırılan uzun bir dönem boyunca nasıl örgütlendiklerini, belirgin bir biçimde söylemek olanaksız. Ancak Paleontologlar (tarih öncesinin tarihçileri) arasında, ilk insanların yaşam biçimlerinin, bugün varolan, bilinen, avcı ve toplayıcı toplumların yaşam biçimlerine benzediğine, neredeyse tam bir fikir birliği sözkonusu. Çünkü bu iki toplumun yaşam için temel gereksinimleri sağlama biçimleri, tam olarak birbirine benziyor. Ayrıca bu toplumlar, oldukça eşitlikçi, üyeleri arasında analar nedeniyle, erkekler ve kadınlar arasındaki, ya da çok açık nedenlerle gençler ve yaşlılar arasındaki ayrılıklar hariç, derin bir farklılaşma olmayan toplumlar olmalı.

Birçok paleontolog, insanlık tarihinin bu evresinden “ilkel komünizm” diye söz ediyorlar. Burada, avcı, toplayıcı toplumlarda kaybedilmiş bir cenneti aramak ve görmeyi istemek ya da, bu toplumların üyeleri arasındaki ilişkiler hakkında bilinenleri ve de hayal edilebilenleri idealleştirmek söz konusu değil. Bir kere daha, bu toplumlarda koşullara bağlı olarak bir kıtlık vardı ve yaşam güvencesi yoktu. “İlkel komünizm” terimi, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin çok geri ve ilkel bir düzeyde olduğu insan toplumlarının, eşitlikçilikten daha farklı biçimde örgütlenemeyeceğini, çünkü her bireyin yaşamını sürdürmesinin doğrudan grubun yaşamını sürdürmesine bağlı olduğunu, sade bir biçimde ortaya koyar.

İnsanlık, daha sonra, hepsi de sosyal farklılıklar ve eşitsizliklerle damgalanmış birçok başka toplumsal örgütlenmenin birbirini izlediğini gördü. Toplumsal çeşitlilik ve her şeyden önce toplumsların evrimi, sadece sosyal örgütlenmelerin her birinin, üretim güçlerinin gelişmişlik düzeyinden yola çıkılarak, mantıklı bir biçimde incelenmesiyle anlaşılabilir.

Neolitik Devrim ve sosyal sınıfların ortaya çıkışı

Yakındoğu’da 10 bin ve 7 bin yılları arasında, Bereketli Hilal denilen bölgede tarım ve hayvancılığa egemen olan ilk insanlar yaşıyordu. İnsanlık tarihinin en büyük alt üst oluşlarından birinin başladığı bu coğrafi bölgenin tanımlanması, arkeolojik bulgularla daha da gelişti. Bugün arkeologlar bu alanın, Filistin’deki Ürdün Vadisi’nden başlayıp, günümüz Türkiye’sinin güney doğusuna, Dicle ve Fırat nehirlerinin ovalarının kuzeyine kadar ulaştığını, İran’ın Zagros sıra dağlarının eteklerinde bittiği varsayılıyor.

Daha sonra, farklı yerlerde birbirinden bağımsız olarak, 8 bin ile 5 bin yılları arasında Güneydoğu Asya’da; 8 bin ile 6.500 yılları arasında günümüzün Çin’inin kuzey doğusunda; 7 bin ile 3 bin yılları arasında Güney Amerika’da; 7 bin ile 4.500 yılları arasında bugün Meksika olan yerde de tarım ve hayvancılık ortaya çıktı. Çağımızdan çok önceleri; 3 bin ve bin yılları arasında, Afrika’da Sahra’nın güneyinde bulunan bölge, bu yeni ekonominin gelişme ve yayılma merkezi oldu. Tarım, çok sayıdaki gelişme ve yayılma merkezlerinden başlayarak bir kaç bin yılda, dünya üzerinde neredeyse her tarafa yayıldı. Tarım, daha önceden Afrika’dan gelen göçmen dalgasıyla kalabalıklaşmış olan Avrupa’ya, Yakındoğu kökenli göçmenlerin gelmesiyle girdi. Avrupa’nın batı ucuna, günümüzde Portekiz’in bulunduğu yere, 5.400 yılına doğru, günümüzün Brotanya bölgesine 4.800 yılına, İngiltere’ye de 4 bin yılına doğru ulaştı.

Bazı insan guruplarının, tarım ve hayvancılığın ortaya çıkmasından önce göçebe yaşam biçimini bırakıp yerleşik hayata geçtikleri biliniyor. Böylece, Japonya’nın Batı kıyılarında yaşayan Jomon’ların 7 bin yılından beri yerleşik yaşama geçmiş oldukları düşünülüyor. Bu insanlar, kendilerine belirli bir bolluk ve bereket getiren, balıkçılık ve orman ürünü kaynaklarıyla yaşıyorlardı. Çanak, çömlekçilik Ortadoğu’da tarımın bulunmasından sonra ortaya çıkarken, onlar burada çanak çömlekçiliği keşfetmişlerdi. Aynı zamanda tarıma geçişin, Yakındoğu’daki Natufien’ler gibi avcı ve toplayıcı bazı göçebe toplulukların, doğal ürünlerin bolca her zaman ve bulunduğu, yabani hayvan sürülerinin düzenli olarak geçtiği yerlerde, onların düzenlerine uyarak yerleşik yaşama alışkanlığını kazanmaları da mümkün.

Topladıkları bitkiler arasında, kendilerine kolayca ve en çok yiyecek getirenleri seçerek, onlar arasından bilinçsizce, farkında olmadan seçme yapmş oldular: Örneğin Ortadoğu’da, tahıllar (buğday, arpa ve çavdar), ayrıca mercimek, nohut ve keten tercih edildi, kullanıldı. Hiç kuşkusuz aynı seçme durumu, hayvanlarla da sözkonusu oldu ve en uysal olanlarla başlayarak, yabani olanlara doğru yakalanan hayvanlar evcilleştirildi. Böylece avcı-toplayıcıların, farkında olmadan ilk çiftçiler ve hayvan yetiştiricileri gibi davranmaları sonucunda, insan tarafından türlerin ilk yapay seçilimi gerçekleştirildi.

Yerleşik hayat (sedentarizasyon) bazı insan grupları için tarımdan önce geldiyse, hatta gelmekte acele ettiyse de, sonuç olarak, tarım ve hayvancılığın bilinçli şekilde benimsenip uygulanması ve daha sonra yaşam biçimi olarak yayılması, hemen hemen tümüyle bütün insanlığın yerleşik hayata geçmesine yol açtı.

Aynı dönemde, taş işleme işinde cilalama, parlatma gibi yeni bir teknoloji geliştirildi. Öyle ki bu teknoloji, insanlık tarihinin bu yeni çağına adını verdi: Neolitik çağ veya cilalı taş çağı. Parlatma işlemi, taşın hassas ve zayıf noktalarını ortadan kaldırarak taş baltanın darbelere dayanıklılığını büyük ölçüde arttırdı. Bu, ahşap işleme işine yönelik bir dizi aletin geliştirilmesini de sağladı. Cilalanmış taştan yapılmış baltalarla donanmış ilk tarımsal nüfuslar, ekmek, biçmek ve hayvan yetiştirmek için ormaklık alanları ekime açarak yeni topraklara yerleştiler.

Ağaçlık, ormanlık bölgelerdeki ilk tarım, kesme-yakma tekniği ile gerçekleştirildi. Bu teknik ormanda, en zayıf, dayanıksız ağaçları keserek, kurumuş ağaçları, kütük, dal ve yaprakları temizleyerek ağaçsız bir yer elde etmeyi içeriyordu. Yapraklar, dallar ve ölü ağaç gövdeleri kuruduktan sonra, küllerdeki besleyici elemanların toprağı beslemesi için oldukları yerde yakılıyorlardı.

Toprak, iki, üç yıl ekildikten sonra, orman bitkilerinin doğal olarak yeniden üremeleri için dinlenmeye, nadasa bırakılıyordu. Böylece orman, birkaç yıl içinde doğal verimliliğini yeniden kazanıyordu. Bu orman-nadas tekniği öylesine başarılı oldu ki Neolitik topluluğun nüfusunun önemli oranda artmasını sağladı. Aslında, bu dönemde kullanılan kesme-yakma tekniğiyle ormanlarda alanlarının açılmasının, Akdeniz çevresinin ormansızlaşmasında ve Yakındoğu’daki çok az yağmur yağan, sulanan sıcak subtropikal bölgelerin (tropik bölgelerin hemen üzerinde, 23.5 ile 40° enlemler arasında bulunan ve tropik bölgelerle komşu olan, onu sınırlayan bölgeler) çölleşmesinde önemli bir rol oynadığı düşünülüyor.

Bu kazanımlar daha sonra, bölgelere göre, sulamayla yapılan tarım, pirinç ekimi veya nadas sisteminin mükemmelleştirilmesi gibi daha verimli tarım yöntemlerinin geliştirilmesinde temel olarak hizmet ettiler.

Başarısızlıkları aşma, sorunların üstesinden gelme, sınırları zorlama, esneklik, insanlığın medeniyetin başlangıcında gösterdiği tüm bu yaratıcılık yetenek ve yatkınlık, insan sayısındaki artışın da bir sonucuydu. Çünkü daha düzenli ve önemli miktardaki beslenme, aynı zamanda yerleşik yaşam tarzı, kadın doğurganlığının önemli ölçüde artmasına yol açtı. Önceki dönemde birkaç milyon olan dünya nüfusunun, Neolitik çağda yaklaşık 50 milyona çıktığı tahmin ediliyor.

Bu durum, üretici güçlerin gösterişli gelişimi ve artması anlamına geliyordu. Sosyal dönüşümler öylesine önemliydi ki, Avustralyalı bir arkeolog Vere Gordon Childe, iki dünya savaşı arasındaki dönemde, bu alt üst oluşu nitelendirmek için “Neolitik Devrim” deyimini kullandı.

Artık konaklama yerini sürekli olarak, ya da mevsimlere göre değiştirmemek, yani yerleşik hayata geçmek, insanoğlunun varlığını temelden değiştirdi. Bir yere sürekli olarak yerleşmek, kötü günleri, kötü hasatları öngörerek yiyecek stoklamayı mümkün kıldı. Aynı zamanda, daha çeşitli, daha iyi uyarlanmış ve daha etkili çalışma aletlerinin biriktirilmesini de sağladı. Bazı göçebe, avcı-toplayıcı kabilelerinin, çok amaçlı kullanılan sadece basit bir aleti vardı: Örneğin, Avustralya’nın çölleşmiş merkezinde yaşıyan yerlilerin, fırlatıcı bir aletleri vardı ve bu aletin biçimi, aynı zamanda bir kap ya da ahşap işleme işlerinde küçük bir alet olarak kullanılmasını da sağlıyordu. Yerleşik yaşama geçişle aletlerin çeşitlenmesi, önemli oranda artış gösterdi.

Dünyanın farklı bölgelerinde tarım ve hayvancılık kökenli çok sayıdaki yaşam birimlerinin ve evlerin tarihi, keşiflerin her zaman ve her yerde aynı sırayı izlemediğini gösteriyor. Neolitik Devrim, gelişmi birbirlerine dayanan cilalanmış taş aletler, çanak çömlek, yerleşik hayata geçiş ve bu yaşam tarzı, stoklama yöntemi gibi, tarım ve hayvan yetiştiriciliğine yol açan veya bunları izleyen bir dizi mutasyon ve icatların bütünü oldu. Tümünün neden olduğu niteliksel değişim; üretim biçiminde köklü bir değişim yarattı.

İnsanlığın teknik ilerlemesinin meyvesi olan Neolitik devrim, insanlığı, sadece biyolojik olarak değil, toplumsal olarak da derinden değiştirdi.

İnsan emeğinin verimliliğindeki artış, nüfusun artmasına neden oldu ve insanlık tarihinde ilk defa, büyük ölçekte ve kalıcı olarak, Marks’ın adlandırdığı biçimiyle toplumsal fazlalık, artı ürün ortaya çıktı. Çalışmak artık, sadece toplumun bütün üyelerinin yaşamını sürdürmesi için gerekli olanları sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda fazla ürün genel anlamıyla birikimin yaratılmasını da sağlıyordu: Yiyeceklerin, daha ince ve etkin bir şekilde sosyal zenginliğin biriktirilmesi, toplumun bazı üyelerinin vakitlerinin tamamını veya bir kısmını, besin üretimi dışındaki faaliyetlere ayırmalarını sağladı.

İlk uzmanlaşan zanaatkarlar, entelektüel kapasite gerektiren işlerde çalışan emekçilerin ortaya çıkmasına, sürekli bir işbölümünün doğmasına ve bunun kurumsallaşmasına tanıklık ettiler.

Bu temel değişim ve dönüşüm, kesin olarak tüm insan toplumlarını damgaladı. İşbölümü, ilerlemenin temeli oldu, çünkü uzmanlaşmayı, bilgi ve becerinin ilerlemesini ve nesilden nesile aktarılmasını sağladı. Üretici güçlerin muazzam gelişmesi, sonuçta işbölümünün içeriğinde ve bunun dayattığı düşünme kapasitesinin değişikliğinde artışa, yani toplum çapında, örgütlenmeye dahil olan her bir kişinin iş becerisininin artmasına yol açtı. İşbölümü, ilk şehirleşmeye, kır ile kent arasındaki ilk büyük bölünmeye neden oldu. Medeniyet, “kentsel devrim” denilen olgudan doğdu.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti, toprak mülkiyetiyle başlayarak bu bağlam ve bu temelde kendisini dayattı. Sosyal eşitsizlik kök saldı. İnsanın insan tarafından sömürüsü başladı ve toplum sosyal sınıflara bölündü. Üretici güçlerin, ileri bir işbölümü ve sosyal sınıfları oluşturmak için yeterince düzenli ve güvenli bir ekonomik artı ürünün ortaya çıkmasını sağlayacak gelişmişlik düzeyine ulaşması gerekliydi.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve sömürü, insanlığı, baskı ve kurumsallaşmış şiddet anlamına gelen her şeyle birlikte, sınıflara bölünmüş toplumlar çağına soktu. Ancak, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi dikkate alındığında, eğer böyle denilebilirse bu “kötülük”, insan toplumlarının ilerlemeye devam etmesi için kaçınılmaz oldu.
Bunu eski antik Mısır tarihinde görebiliyoruz. İnsanlar altı bin yıl önce, Nil nehrinin kıyılarında, tarımı nehrin taşmasına ve onun kıyıda biriktirdiği verimli balçık birirkintilerine göre ayarlıyorlardı. Arkeologlar, bu insanların ilk köylerinin izlerini buldular. Başlangıçta tarım, sadece su basabilecek sel bölgelerinin çok yakınlarında, hemen su çekildikten sonra yapılıyordu. İkinci aşamada, suyun çekildiği havzalarda, basit bentler, engeller kurularak bu alanlar düzenlendi. Böylece ekilen alanlarda, toprağın nemlenmesini ve alüvyonla (su akıntısı veya basmasıyla taşınan ve su yavaşladıktan veya geri çekildikten sonra kalan toprak, kum, çakıl, çakıllı kum karışımı) zenginleşmesini sağlamak üzere suyun tutulması sağlandı. Üçüncü aşamada, birbirlerine eklenen ekim havzaları, nehir kıyısından başlayarak ve hep daha geriye, çöllere doğru düzenlendi. Daha sonra, birbiriyle bağıntılı bu havzalar, su tutma alanlarının birbirine eşit, düzenli olarak doluşunu garantilemek için, nehir kıyısından çöllere doğru uzaklaşılarak değil, nehir boyunca nehre paralel olarak oluşturuldu. Sonuç olarak, Nil nehrinin kıyıları boyunca, büyük koruyucu bentler ve Nil’in yüksek vadisinden deltasına kadar uzanan ve birbirini izleyen havzaları birbirine bağlayan, büyük kanallar inşa edildi. Yaklaşık bin yıla yayılan bu sulama sisteminin aşamaları, suyun ve bereketli balçığın bütün bir vadi boyunca dağılımasını sağladı.

Tarımın, teknik örgütlenmesinin ilerlemesiyle, Mısır krallıklarının sosyal, hatta politik tarihi birbiriyle bağlantılı ve birbirine uygun düşer. Antropolog ve tarım tarihi uzmanı Marcel Mazoyer bu konuda şunları yazdı: “(...) hidrolik düzenlemelerin gelişmesinin büyük aşamaları ve vadinin daha geniş bölümlerindeki suyun çekilmesinden sonra geriye kalanların yönetilmesi, her zaman için hidrolik güçleri ilgili topraklara kadar yayma yeteneğine sahip, daha güçlü sosyal ve politik örgütlenme biçimlerinin gelişme aşamalarına denk düştü. Günümüzden 6 bin yıl önce vadi boyunca sıralanan ve delta üzerindeki yerleşik köyler; vadinin küçük bir kesimine hakim olan temel şehir devletleri, daha sonraki yüzyılda, bin yıllık sürenin ortalarına doğru, vadinin iki dar geçidi arasındaki yer de dahil, bütün bir alüvüyon ovaya hakim olan daha güçlü şehir devletleri; bir çok şehir devletini birleştiren ve birçok alüvüyon ovaya egemen olan büyük krallıklar; daha sonra, bu aynı 6 bin yıllarının (6.yüzyılın) ikinci yarısına doğru, vadiye yerleşik Yukarı Mısır ve delta bölgesine yerleşik Aşağı Mısır adlarıyla anılan iki büyük krallık; son olarak, 5 bin yıldan biraz fazla bir süre önce, iki krallığı birleştiren Firavun Devleti’nin oluşması sözkonusu oldu. Daha sonra 30 hanedanlığa ait 200 firavun, 3 bin yıl süresince, bu iki krallık üzerinde tümüyle hakimiyetlerini sürdürdüler. Refah dönemleri (Eski Krallık, Orta Krallık ve Yeni Krallık) gücün çok fazla yoğunlaşmasına, merkezileşmesine, bunun aksine, gerileme ve çöküş dönemleriyse (ara dönemler ve Aşağı Dönem) merkezi iktidarın zayıflamasına ve parçalanmasına tekabül etti.”

Böylece, 6 bin yıl önce Mısır’da, Nil boyunca taşan suların çekilmesinden sonra tarım yapan köylüler, toprakların sahibi olan firavunun kendilerine verdiği araziler üzerinde çalışıyordu. Buna karşılık, sulama tesisleri kurmak ve bakımını yapmak, tapınaklar, mezarlar ve piramitler inşa etmek gibi ağır angarya işleri gerçekleştirmek zorundaydı. Firavun’un ve çevresindeki din adamlarının, askeri ve sivil yöneticilerin gereksinimlerini karşılamak, aynı zamanda devletin işçilerinin ve zanaatçılarının karınlarını doyurmak için veya nehrin düzensiz taşmaları sonucunda oluşabilecek kıtlık dönemlerine karşı koyabilmek üzere güvenlik stokları oluşturmak için aynî vergi alınıyordu.

Antik Mısır’daki durum, insanlık tarihinde yeni bir kurumu açığa çıkardı: Karşıt çıkarlara sahip olan sosyal sınıfların gelişiminden doğan çelişkilere hakim olabilmek için, toplumun üzerindeyükselen kurum, yani devlet. Mısır’da, Nil nehrinin taşmasının ardından suyun çekilmesinden sonra kalan, her seferinde daha büyük çaptaki alanların yönetimini isteyen, zaman ilerledikçe yavaş yavaş daha da gelişip kormaşıklaşan tarım, giderek daha geniş bir toplumsal örgütlenme gerektirdi. Asvan’dan Akdeniz’e kadar uzanan nehrin bin kilometresi boyunca suyu paylaştırmak için, Nil nehrinin taşmasından sonra çekilen sulardan geriye kalan alanların yönetimiyle dayatılan, önce köylerin daha sonra şehir devletlerinin merkezi bir iktidarın egemenliği, kontrolü altında birleşmesi gerekli oldu. Nehrin akış yönünün yukarısında yerleşik olduğundan Kuzey Kırallığı’nın sulama işlerini kontrol edebilen Güney Kırallığı, önce kendi egemenliğini, sonra da çağımızdan 3 bin 200 yıl önce ülkenin birliğini dayattı.

Mısır gibi büyük bir imparatorluğun oluşması, üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyinin, Mısırlı köylülerin araç gereçleri; çok uzun süre taştan veya tahtadan üretildiği için insan emeğinin üretkenliğinin, yani öncelikle tarımdaki üretkenliğin çok düşük, çok zayıf olduğu bir döneme denk düşmesi, daha genel başka bir neden oldu. Birimlerdeki randıman düşük olmasına rağmen, büyük çapta yapılan tarım, ince bir sömürücü tabakanın, aynı zamanda kalabalık bir nüfus için gerekli olan zanaatkar ve işçilerin yaşamını sürdürebilmesine yetecek artı ürünü yaratmayı sağlıyordu.

Eski Mısır’da, devasa çoğunluğun emeğiyle yaşayan küçük bir azınlığı, Nil’deki su sisteminin bilgisiyle sulamayı yönetenlerin kastın, temel bir görevi vardı. Çağımızdan 3 bin yıl öncesinin başlarında, yıldızların titizlikle ve dikkatle gözlemlenmesiyle, her gece yer değiştiren takım yıldızlarının her 365 günde bir, gökyüzünde aynı yere geldiğini fark ve işaret eden ilkler oldular. Böylece, artık mevsimlere göre sürekli değişen bir takvim, Ay’ın hareketlerine göre düzenlenen bir takvim değil, yıldızlara ve dolaylı olarak da güneşe dayanan, Nil nehrinin taşmasının başlangıcı gibi doğa olaylarının önceden tahmin edilmesini, öngörülmesini sağlayan, ilk doğru takvimi keşfettiler. Aynı zamanda yönetici rahipler, Mısır’ınkilerden bir süre önce Mezopotamya’daki Sümerli yönetici rahipler, devletin ve ekonominin idaresi ve yönlendirilmesi gibi aynı nedenlerle, çağımızdan 3 bin yıl önce, Sümer’de çivi yazısını, Mısır’da hiyeroglif yazıyı keşfettiler.

İdeolojiler ve sosyalizm

Sınıflı toplumlar, örneğin eski Mısır ve Sümer, büyük öncülerdi. Üretici güçlerin gelişme hızı, sosyal sınıflar ve sömürülenlerle sömürücüler arasındaki çelişki ve çatışmalara bağlı olarak artı veya azldı. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’nun başlangıcında sentezledikleri gibi; “günümüze kadar bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelesi tarihi”dir.

Marks, verili bir toplumda, üretici güçlerle ideolojik üstyapı olarak adlandırdığı olgu arasındaki bağlantıyı şöyle dile getiriyordu: “(...) İnsanlar, varlıklarının sosyal üretimde, iradelerinden bağımsız, belirli ve gerekli ilişkilere, üretim ilişkilerine girerler. Bu üretim ilişkileri, maddi üretici güçlerin belirli bir gelişmişlik derecesine tekabül eder. Üretim ilişkilerinin bütünü, toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. Bu somut temel üzerinde politik ve hukuki üst yapı yükselir. Bu üst yapıya belirli sosyal bilinç biçimleri tekabül eder. Maddi yaşamın üretim biçimi, genel olarak, sosyal, politik ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların bilinçleri onların varlıklarını belirlemez, aksine sosyal varlıkları bilinçlerini belirler.”

Dinler, ulus, demokrasi, cumhuriyet fikirleri ve hatta sosyalizm fikri bile dahil bütün ideolojiler, toplumsal gerçekliğin ifadesi. 19. yüzyılın sonundaki ilk Marksistlerden biri olan İtalyan Antonio Labriola; “fikirler gökten düşmez ve onlar bize rüyalarda gelmez” diyordu. Eğer bir izleyici kitlesine sahiplerse, binlerce, milyonlarca insan tarafından benimsenirse, bu onların bir sosyal gerekliliğe cevap verdiği anlamına gelir.

Sınıflara bölünmüş toplumların ürünleri olan ideolojiler, insan kitlelerini biraraya getirip, düzenli bir şekilde harekete geçirerek, bu defa onlar, toplumsal gerçekliğe etki ederler.

Bazı fikirler devrimci ve ilericidir, çünkü toplumun geleceğinin öğelerini taşır. Bu fikirler, toplumun gelecekteki gelişimini müjdeler ve aynı zamanda gelişmesini hazırlar. Diğerleri, gerici olan fikirler, tam aksine geçmişin ağırlığını ifade eder, tarihi gelişimi frenler, hatta onu geriye doğru işlemeye yani toplumu geriletmeye çalışır. Genellikle, birinci, ilerici ve devrimci olan fikirler, iktidarı ele geçirmek isteyen sosyal sınıflar tarafından, ikinci gerici fikirler ise iktidarı ele geçirmiş olan ve elinde tutmak isteyen sosyal sınıflar tarafından taşınırlar. Fakat toplumsal gerçeklik sürekli değişiyor; örneğin emekleme döneminde devrimci olan bir fikir, sınıf mücadelesinin evrimi sırasında gericileşebilir.

Modern cumhuriyetçi fikirler, soyluların iktidarından kurtulmak için mücadele eden burjuvazi tarafından savunuldu. Önceden, Ortaçağ’ın burjuva kent cumhuriyetleri vardı. Buralarda zengin, soylu aileler egemendi ve halkın söz hakkı yoktu. Ortaçağ kentlerinde, burjuvazi, yerel soyluların iktidarından kaçmayı başarabildiği sürece kendi evindeydi. Burjuvazi egemen sınıftı; seçme ve seçilme hakkının vergi ödeme miktarına bağlı olduğu bu cumhuriyet onun ortak egemenliğine uygun bir kurumsal çerçeve sunuyordu. Burjuvazinin, sonraki mücadelesi; bu defa kent çapında değil ama krallık çapında iktidarı istemek için kendini yeterince güçlü hissetmesi için yüzyıllar boyu beklemesi gerekti. Bu paylaşmayacağı bir iktidar olacaktı. Burjuvazi, 16. yüzyılın sonunda birleşmiş olan taşra kentlerinin bağımsızlığı mücadelesinde, örneğin Hollandalıların ataları, bir soyluyu hem kendi isyanının, hem de kuracağı devletin başına yerleştirmek ihtiyacını hissetti. İngiltere’de, yarım yüzyıl sonra, Cromwell tarafından yönetilen kısa bir cumhuriyetin ardından, hala çok zayıf olan burjuvazi, iktidarı, monarşi örtüsü altında aristokrasi ile paylaşmayı tercih etti.

Burjuvazi sadece 1789 Fransız devrimi sırasında, olayların baskısı altında ve her şeyden önce halk tabakaları içindeki hareketlenme, kaynaşma nedeniyle, mücadelesini sonuna kadar sürdürdü ve cumhuriyeti kurdu. Ancak Fransa’da bile bu cumhuriyet, kendini dayatmak için bir asır beklemek zorunda kaldı. Çünkü, iktidarın yönetimini elinde bulunduran burjuvazi, bir cumhuriyet çerçevesinde daha kolayca yapılabilecek halk hareketlerinden kuşkulanıp çekiniyordu. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca, burjuvazinin çoğunluğu kralcı olduğunu ilan etti. Burjuvalar arasındaki farklılıklar, farklı kralcı eğilimler biçiminde ifade edildi.

Milliyet fikri de burjuvazi tarafından savunuldu. Burjuvazi, asalak bir soylunun gelirini garantileyen birçok gümrük duvarları olan, parça parça feodal devletler karşısında, ulusal birlik bayrağını sallıyordu. 18.ve 19. yüzyılların bu milliyetçiliği ilericiydi; ekonomik bakış açısıyla bölgesel özellikleri koruma isteğinin ortadan kalkması, daha geniş ve birleşik bir ulusal pazarın kurulması anlamına geliyordu. Ancak aynı zamanda milliyetçilik, politik bakış açısıyla, eski rejime karşı mücadelenin bayrağını temsil ediyordu. Ancak milliyetçilik, burjuvazi politik iktidarını bir defa güçlendirip garantiledikten sonra, burjuvazinin saltanatının, egemen burjuva ulusuna boyun eğmek zorında kalan halklara baskı ve zülmün bayrağına, simgesine dönüştü. Milliyetçilik, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başına damgasını vuran sömürge edinme yarışıyla, dünyayı paylaşmak isteyen güçlü emperyalist devletler arasındaki rekabetin bayrağı haline geldi. Milliyetçilik, her zaman için burjuvazinin bir ideolojisiydi ve onunla birlikte evrildi: Burjuvazi eski feodal düzeni süpürüp attığında ilericiydi, dünya üzerinde iktidarını kurmak ve proleteryayı kendi arasında bölmek için milliyetçiliği kullanmaya başladığından itibaren, derinlimesine gerici oldu.

Bu ideolojilerin burjuva ideolojisi olduğunu söylemek, her dönemin bütün burjuvalarının onları savunduğu anlamına gelmez. Ne de bu fikirleri sadece burjuvazinin savunduğu anlamına gelir. Bu fikirlerin, burjuva sınıfının genel çıkarlarına tekabül ettikleri anlamına gelir. Fikirlerin mutlaka ortak çıkarları olan toplumsal gruplara, sınıflara dayanmaları gerekir çünkü fikirler “gökten inmez.”

Bir egemen sınıfın çıkarına uygun olan ideoloji, birçok olanakla yayılıyor, dolaşıyor, aktarılıyor ve bilinçleri, hatta sömürülenlerin büyük çoğunluğunun bilinçlerini dolduruyor. Kapitalist toplumda her gün bunu görüyoruz. Ancak bu durum, burjuvazinin iktidara gelmesinden önce de geçerliydi. Burjuvazi de ortaya çıktığı dönemde egemen sınıfın, soyluların fikirlerinin cazibesine kapılmıştı: Soylu olmayı hayal eden bir burjuvaları anlatan Molière’in Kibarlık Budalası adlı oyunu, buna anlatır!

Sanayi Devriminden doğan proletarya, ortaya çıktığı andan itibaren savaşçı bir sınıf oldu. Mücadeleleri başlangıçta, toplumun liderliğini ele geçirmeyi amaçlamasa da, farklı bir sınıf olarak, en azından kendi acil çıkarlarını savunmaya çalıştı. 19. yüzyılın ilk yarısında, İngiltere’deki proletaryanın ilk mücadelesi, bugün kendilerini işçilerin kampında hissedenleri sadece etkileyebilir. İşçi sınıfı, mücadelesi boyunca, kendi çıkarlarını ve kendi fikirlerini daha öne çıkarmayı, ortaya koymayı bildi.

Proletarya, burjuvazinin milliyetçiliğine derhal enternasyonalizmle muhalefet etti. Çünkü kapitalizm, dünyanın dört bir yanında, milyonlarca emekçiyi sefalete iterek, sokaklara düşürdü ve her yerden gelen proleterleri, işletmelerde biraraya getirdi. İşçi sınıfı ulusal, milli bir sınıf değil. İşçi sınıfı her zaman, bütün ülkelerden, temel olarak da en yoksul bölge ve ülkelerden, en zengin merkezlere doğru gelen sömürülenlerden oluşuyor. Ancak her zaman bir başkasından daha yoksul olunuyor. Tarihin çarkı dönüyor: Göç kabul eden ülkeler, bazen göç edilen ülkelere dönüşüyor, tersi de olabiliyor.

Proletarya, cumhuriyetçiliğin karşısına, sosyalizmi, yani, iktidarın siyasal, dahası ulusal örgütlenme biçimini değil, toplumun ve üretimin dünya çapında örgütlendiği bir örgütlenme biçimini koydu. İşçi hareketi, burjuvazinin “İnsanlar özgür ve eşit haklarla doğar” sloganına, sosyal eşitlik, insanın insan tarafından sömürüsüne son verilmesi, burjuvazinin devrilmesi, mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi ve üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi için yaptığı mücadelelerle yanıt verdi.

Ancak, işçi hareketi, kendi acil, hatta genel çıkarlarına yönelik fikirleri sadece içgüdüsel olarak ifade etmekle kalmadı. Tarihte, önceki sınıflar, bilinçsizce ya da mücadelelerinin yer aldığı genel tarihsel gelişim içinde kısmî bir bilinçle savaştılar. Marks ve Engels tarafından,1848 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran devrim dalgasının arifesinde geliştirilen ve ortaya konan materyalist tarih anlayışı, proleteryaya, içinde bulunduğu, savaşını yürüteceği, tarihsel sürecin bütünü hakkında bilinç sağladı. Sanayi proletaryası, ortaya çıkıyor ve ilk mücadelelerini yürütüyordu; bilimsel sosyalizm fikri, birçok işçi militan tarafından Marks’ın deyimiyle “beklenen bir konuk gibi” karşılandı. İşçi hareketi, Marksizmi özümseyerek, kendisini tarihsel sürecin bilinçli politik bilgisiyle donatıyor ve bu anlamda, yeni bir toplumsal düzenin kurulmasına yönelik mücadelesinde vazgeçilmez bir silaha sahip oluyordu. Bu bilinç, Marksist işçi hareketini, mücadeleler ilerici oldukları sürece, proletaryanın siyasal bağımsızlığını koruyarak, temel bir sınıf düşmanıyla belirli bir amaç için geçici ittifaklar yapıldığının bilincinde olarak, cumhuriyet, ulusal birlik ve bağımsızlık gibi burjuva talepleri için mücadele etmeye yetenekli kılıyordu.

Böylece, Bolşevik Parti, Rusya’da, Çarlığa karşı mücadelede, burjuvazi başta olmak üzere diğer güçlerin yanında çok büyük ölçüde yer aldı. Proleteryanın konumunu ve çıkarlarını ipotek etmeden, işçi sınıfının politik bağımsızlığını koruyarak yaptı. Proletaryanın1917’de, eski rejimi bozguna uğratıp, burjuvaziden kopararak iktidara gelmesi için 8 ay sınıf mücadelesi, istisna olağanüstü yoğun bir politik mücadele gerekti. Üstelik bütün bir tarihsel dönem için değil, sadece sekiz ay yeterli oldu.

Bugün, Rusya’nın1917’deki devrimci durumundan çok uzağız. İşçi hareketi yıllardır, dünya çapında büyük oranda bir gerileme yaşıyor. İşçi sınıfı, yürütmekte olduğu savaşta her defasında, politik anlamda varolmadığı için, komünizm bayrağını kaldırmak akıntıya, karşı fikirleri savunma anlamına geliyor.

Bununla birlikte, eğer Marks’ın zamanının kapitalizmi, kollektif çalışmayı ve üretici güçleri geliştirerek, daha ileri bir sosyal örgütlenmenin ekonomik öncülerini ortaya koymuş ve temellerini atmışsa, bugün üretimin toplumsal örgütlenmesinin objektif, nesnel koşulları dünya çapında, olgunlaşmanın da ötesindedir. Emekçilerin en küçük bir nesneyi yapmak için, dünyanın dört köşesine müdahale etmeleri gerekiyor. Güncel teknik olanaklarla, en muhteşem, gösterişli binalar, olağanüstü bir hızla yükseliyor. Yapay kalpten, Rosetta’ya (astroidleri ve 67 P/Churyumov-Gerasimenko adlı kuyruklu yıldızı incelemek üzere uzaya gönderilen araç) kadar, gerçekleştirilen bilimsel keşifler ve teknolojik ilerlemeler nefes kesici biçimde ilerliyor. Bilimsel ilerlemelerin yeryüzünde yaşayanlara neler getirebileceğine bakılırsa, günümüzdeki sosyal örgütlenmenin barbarlığı, insanlığı sadece daha çok öfkelendirip isyan ettirir.

Üretici güçleri özgürleştirmek ve potansiyelini toplumun genelinin çıkarlarına, hizmetine sunmak için burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, özel mülkiyetin kamulaştırmayla ortadan kaldırılması gerekiyor. Bunu yapabilme yeteneğine sahip tek sınıf işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, iktidarın merkezinin bulunduğu büyük şehirlerde ve şirketlerde yoğun olarak var. Marks’ın zamanından farklı olarak, o dönemde var olduğu gibi bir avuç ülkede değil, dünyanın her yerinde hazır. Marks’ın iddia ettiği gibi, işçi sınıfının “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yok.” İşçi sınıfı, burjuvaziyi devirmek için, diğer bütün ezilen ve sömürülenleri de kendi savaşına sürükleyebilir, sürüklemeli, onlara önderlik edebilir, etmeli. Fakat bu durum, daha doğrusu milyonlarca proleterin ve sömürülenin dünya çapında gerçekleştirmeyi başaracakları bu durum, yalnızca bilinçli, ortak, karşılıklı etkileşimin sonucunda olabilir.

İşte bu yüzden bilimsel sosyalizmin fikirlerini savunmak ve yaymak hayati öneme sahip. Bu fikirlerin, Troçki’nin ifadesiyle; “Bilinçsizce gelişen tarihsel sürecin bilinçli ifadesi, yani toplumu komünist temelde yeniden inşa etmede, proleteryanın anlık kendiliğinden, içgüdüsel bir biçimde oluşan özlemlerini” taşıyacak bir komünist enternasyonalde ve partilerde örgütlenmiş bilinçli işçilerde hayat bulması gereklidir.

Bize sıkça ütopyacı denildiğini duyuyoruz. Ancak keşifleriyle ve sosyal dönüşümleriyle bütün insanlık tarihi; toplumsal altüst oluşlar, ayaklanmalar ve devrimlerle belirlendi. Belirleyici bir aşamanın yaklaştığı her zaman, geçmişin ağırlığı, fikirlerin ve yaşayanların arzu ve istekleri üzerinde kendisini hissettiriyordu. Neyse ki, her zaman geçmişten kopulması gerekliliğinin bilincinde, ileriye doğu atılım yapma cesareti olan kişiler oldu. Bu her zaman bir bilinmeze atılım yapma anlamına geliyor. Bu “ütopyacılar” fikirlerinin gerçeğe dönüşmesini sağladılar. Çünkü onların öngörüleri, toplumun derinliklerinde olgunlaşan değişim taleplerine cevap veriyordu. Eğer ütopyacı olmak buysa, bu eleştirileri övgü olarak kabul ediyoruz.

EK: Doğa bilimlerindeki rastlantı ve determinizim hakkında

Raslantı kelimesi farklı birçok şeyi açıklayabilir. Havaya fırlatılan zarlar belirli bir pozisyonda yere düşer ve bunun raslantıya bağlı olduğu söylenir. Bunun nedeni, zarların belirgin biçimde hangi yönde, yerden ne kadar yükseklikte ve başlangıçtaki hangi dönme hareketiyle atıldığını bilmemektir. Bütün bu verilere ait yeterince belirgin bilgi, aynı zamanda zarların düştüğü yerin sertlik derecesinin bilinmesi, fizik kanunları dikkate alındığında zarların fırlatılmasının vereceği sonucu yanılmadan tespit etmeyi sağlar. Tabii ki, bir rüzgar estiğinde bu tahmini bozabilir. Fakat yine burada da, rüzgârın hızı ve yönü tam olarak bilinirse, onun etkisi hesaba katılarak yeniden tam ve doğru tahminler yapılabilir. Rastlantı, bu basit ve eğlenceyle atılan zarlar örneğinde, varlığını başlangıçtaki bilgi eksikliğine borçlu... Çünkü eğer yukarıda sözü edilen hesaplar uygulansaydı oyun oyun olmaktan çıkardı.

Brown adlı İskoçya’lı bir botanikçi, 19. yüzyılın başında, mikroskopta bir sıvının yüzeyindeki polen parçacıklarının düzensiz hareketlerini gözlemledi. Bu hareketler, hemen hemen yüz yıl boyunca anlaşılmadan kaldı. Bu görünüşte rasgele (aléatoire) hareketlerin -“zar oyunu” anlamına gelen Latince “alea” kelimesinden kaynaklanıyor - aslında su moleküllerinin, aralıksız biçimde polen parçacıklarına çarpmalarından, onlar üzerindeki şoklarından kaynaklandığı artık biliniyor. Bir su molekülünün polen parçacıkları üzerinde çarpmasıyla yarattığı her şok, basit bir mekanik yasayla gözle algılanamayacak kadar küçük bir yer değiştirmeye yol açıyor. Ancak çok farklı yönlerdeki çarpmalar, şoklar hareketin öngörüsünü olanaksız kılıyor. Rastlantı burada varlığını, birbiri ardına gerçekleşen büyük, önemli miktarda karmaşık müdahaleye borçlu. Bağımsız olarak ele alındıklarında, her birinin önceden tahmin edilebilir etkileri bulunuyor. Bunların sayılarının çokluğu, olgunun bütününe öngörülemeyen bir yönveriyor.

Rastlantı, ebeveynlerden çocuklara genetik geçişlerde de müdahalede bulunuyor. Cinsel reprodüksiyon (yeniden üretim), bir bireyin genlerinin, sadece tek bir ebeveynin genlerinin kopyalanması olarak değil [çünkü eşeysiz üreme (tek bir organizmadan, yalnızca bu organizmanın genlerinden yeni bir canlının üremesi)] anlamına gelir ama iki ebeveynden gelen genlerin seçimi ve karışımı olarak nitelendirilir! Ebeveynlerin genlerinin seçimi, “rastgele” olur. Burada da yine, bu olgunun ardında, hepsi de ayrı ayrı ele alındığında kesinlikle belli ve belirgin olan, ancak nihai sonucu öngörülemeyen çok büyük sayıda kimyasal süreç var. Rastlantı, türlerin evrimi yasasına aykırı bir şey söylemez, hatta aksine onun elemanlarından biridir. Aslında, doğal seçilim, ayıklama yani çevrenin etkisi, tam da cinsel üreme ile ilgili bu çeşitlilikten dolayı, çok çeşitli karakterlere sahip çok sayıda birey üzerinde etkide bulunur ve en uygun olanlar seçilir.

Olay ve olguların rastlantısal sonuçlara sahip olabileceğini göstermek için genetikten başka bir örnek alınabilir. Bu, onları oluşturan mekanizmaların belirli olmadığı anlamına gelmez.

Bir bireyin kimliğini, genetik sekansı (DNA dizisi analizi) ile tanımlamak mümkün. Ancak DNA molekülleri, özellikle de nöron molekülleri, detaylı incelendiğinde, bunların tamamen özdeş olmadıklarının farkına varıldı. Hafif farklılaşmalar, örneğin, her nöronun kendine özgü DNA molekülüne sahip olmasını sağlar.

Bu değişkenlik raslantıya bağlı gibi görünür, ancak bunun sorumlusu olan işleyiş biliniyor. Hücre bölünmesi sırasında, DNA molekülünün bağrında yer değiştirmeye yetenekli, hafif bir değişikliğin bir hücreden diğerine geçmesini sağlayan DNA parçaları, “sıçrayan genler, transpozonlar “ diye adlandırılan genler sözkonusu.

Böylece, eğer olgunun sonucu rastlantıya bağlıysa (örneğin, verili bir nöronun genom yapısını tam olarak öngörmek olanaksız), bu sonucun kökenindeki işleyiş (sıçrayan genlerin yer değiştirmesi) tanımlanmış, ya da başka bir deyişle çok iyi belirlenmiştir.

Engels, materyalizmi yeniden ele aldığı ve “dış dünyada olduğu kadar insan düşüncesindeki hareketin genel yasalarını” irdelediği bir eserinde bu konuda şunları yazıdı: “[hareketin genel yasaları] doğada ve şimdiye kadar aynı zamanda insanlık tarihinin büyük bir bölümünde bilinçsiz, dış gereklilik biçimi altında, görünüşte sonsuz bir seri raslantının ortasında yollarını bulur.”

Bilimdeki determinizm, her şeyin öngörülebilir olduğu anlamına gelmez, hatta “herşey yazılmıştır” demek de değildir. Çünkü bilimsel öngörüler, gerçekliğin modelleri olan, belirli bir anda insanlığın ulaştığı gerçekliğe ait bilgi derecesinden yola çıkılarak geliştirilen yasadan yola çıkılarak yapılır. Bilimsel yasalar mutlak değildir; onların öngörü yetenekleri ilerleyen bilimlerle birlikte değişir, ilerler.

1970’li yılların sonlarına doğru, “kaos teorisi” diye adlandırılan bir teorinin yorumlanması konusunda bir tartışma patlak verdi. Bu tartışma, geniş kitleleri de kapsayarak 1990’lı yıllara kadar uzandı. İlk bilimsel elemanları Birinci Dünya Savaşı’ndan daha önce ortaya çıkan bu teori, karışık denilen olguların teorik modelini ortaya koydu. Fiziksel bilimlerde, bu terim çok kesin bir tanıma sahip; en ufak bir karışıklığa, çalkantıya aşırı derecede hassas sistemleri nitelendiriyor. Çok küçük bir karmaşa, çalkantı, çok büyük rahatsızlıklara, büyük değişimlere yol açabiliyor. Meterolojik, yani hava durumlarıyle ilgili tahminler bu çerçeveye girer. Bu Amerikalı meteroloji uzmanı Edward Lorenz tarafından ifade edilen meşhur “kelebek etkisi” varsayımını kapsar. Lorenz bakış açısına bir soru biçiminde canlandırıyor: “Brezilya’daki bir kelebeğin kanat çırpışları, Texas’ta bir kasırgaya neden olabilir mi?”

Bu tartışmalar sırasında, bazı yazarlar, özellikle bilim insanı olanlar, determinizmi sorguladığını açıkladı. Ünlü bir Amerikalı paleontolog Stephen Jay Gould, bu bakış açısını evrim teorisine kadar genişletti ve yeryüzünde yaşam tarihinin yüz milyonlarca yıllık akışı içinde, bir göktaşının dünyaya çarpması gibi felaketlerin evrimi tamamiyle aksatığını ve bunun ikincil bir unsur olarak kaldığını ileri sürerek, bilmi halka yayma konusunda önemli ve büyük bir şahsiyet olan Darwin ve Darvinizmin rolünü indirgemeye çalıştı. Rastlantının evrimin ustası, efendisi olduğu sonucuna vardı.

Stephen Jay Gould kendi mantığıyla, keyfi bir biçimde, evrim sürecinin kendisinin yıkıcı felaketlerini ortadan kaldırdı. Ancak felaketlerin sonucunu bir kenara bırakmaksızın, aksine neden onları çevrenin zorlaması, baskısı olarak hesaba katmaya çalışmamalı; neden ve nasıl bazı türlerin bu felaketlere direnebildiğini, diğer bazılarının ise direnemediğini anlamaya çalışmamalı? Onun yaklaşımı, bilimsel girişim ve kanıtlamaya yabancı bir felsefi seçimi ortaya koyuyordu.

Kaos teorisinin kendisine gelince, meterolojiden başka birçok alanda da bulunabilecek, karmaşık olay ve olguları yakından inceleyerek bu teoriyi ilerleten fizikçi ve matamatikçiler, bazı sistemlerin başlangıçtaki karışışlık ve karmaşıklığa karşı aşırı hassaslığını, duyarlılığını çok belirginleştirdiler. Determinizmi kendi teorilerinin içinde asla sorgulamadılar. Hatta bütün modellerinin içinde açık ve kesinlikle dikkate alınması bile sözkonusu. Kaos teorisindeki gelişmeler, ölçümleri çoğaltarak meteorolojik tahminlerin iyileşmesini sağladı.

Marksistler genellikle “o anda moda olan” idealist anlayışların etkisiyle savaşır. Lenin 20. yüzyılın başlarında, sosyalist hareket içinde bir savaş yürüttü, ayrıca sadece Rusya’da savaşmadı, Avenarius et Mach gibi o dönemin bilimadamları ve filozofları tarafından savunulan idealist görüşlere karşı da mücadele etti. Lenin nedensellik ve determinizm konusunda idealistler ve materyalistler arasındaki farkı ise şöyle özetliyor: “Felsefi akımları bölen bilgi teorisi konusundaki gerçekten önemli sorun, ne nedensel ilişkilere dair tanımlamalarda hangi belirginlik derececesine ulaşıldığını, ne de bu tanımlamaların belirli bir matematiksel formülde ifade edilip edilemeyeceğini bilmek değil ama bu ilişkiler üzerine olan bilgimizin kaynağının, doğanın nesnel yasalarında ya da zihnimizde sahip olduklarımız arasında, zihnin bazı gerçekleri önceden bilme yeteneğinde olup olmadığını bilmektir. İşte materyalist Feuerbach, Marks ve Engels burada, agnostik (bilinemezci; metafizik bir gerçeğin, eğer akıl ve tecrübe bunu doğrulayamazsa ne onaylanabileceğini ne de azımsanıp reddedilebileceğini savunan filozof veya yandaşları) Avenarius ve Mach’dan (Hume’un öğrencileri) sonsuza dek ayrılırlar.”

Sonuç olarak 20. yüzyılın başlarından itibaren, maddenin atomların da ötesinde en küçük bileşenlerinin, temel parçacıkların davranışlarını incelemek için geliştirilen kuantum fiziği, idelizmin ve rastlantı kavramı tarafından çok fazla etkilenmiş felsefi bir yoruma yol açtı. Einstein gibi fizikçiler, bu yoruma karşı savaştı. Bu tartışma, radiyoaktivite örneği ele alınarak dile getirilebilir. Bazı kimyasal elementlerin parçalabileceğini açıkça ortaya koydu. Ve radioaktif denilen bu elementlerin yaşam süreleri, çok büyük bir hassaslık ve belirginlikle ölçülebildi. Buna göre, belirli bir tip karbon çekirdeği, örneğin karbon–14 çekirdekleri, ortalama 5 bin 734 yıllık bir yaşama sürecine sahip. Ayrıca arkeologlar, bazı kemiklerde bulunan bu radioaktif çekirdeklerin sayısını belirliyor, bu ölçme tekniğini kemiklerin tarihini (yaşını, eskiliğini) tespit etmek için kullanıyor. Ancak 5 bin 734, ortalama bir yıl. Kuantum fiziğindeki gelişmeler, neden korbon–14 çekirdeklerinin ortalama yaşam süresinden sonra parçalandığını açıklamayı başarsa da, şu an için, özellikle de bir karbon-14 çekirdeğinin ne zaman parçalanacağını öngöremiyor.

Kuantum mekaniği tarafından öngörülebilen olasılıklara indirgenen bu sınırlılık, fizikçiler arasında, onlarca yıl, hatta bugün bile süren çok yoğun tartışmalara neden
oldu. Egemen felsefi yorum, doğanın öz olarak ve derinliğine olasılıkçı davrandığını ileri sürüyor. Doğanın içsel, ayrılmaz bir parçası olan bir ratlantıya borçlu olunan bu davranışın arkasında ne bulunuyor? Bu bakış açısının sahipleri, bu soruyu cevapsız bırakıyor. Diğer fizikçiler ise, kuantum fiziğinin güncel şekilciliğini tamamlamayı amaçlayan teorileri araştırıp öneriyorlar.

Bilimsel tartışmalar, değişik felsefi yorumlara yol açtı ve gelecekte de yol açacak. Ancak materyalizmden ayrılamaz olan determinizm, kendimize yaptığımız tanımlamadan önce bile, maddi gerçekliğin kendisiyle ilgili. Bilimsel yasalar, keşiflerin ilerlemeleriyle bağıntılı olarak, bu gerçekliği giderek daha da kesin bir biçimde modelleyecek ve modelleştirmeye de devam edecek.


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Yeni broşürler var, ilgini çekebilir   ?