Nelson Mandela; Apartheid’e (ırk ayırımcı rejim) karşı mücadeleden beyaz burjuvazi ile anlaşmaya
Çok sayıda devlet başkanını bir araya getiren Nelson Mandela’nın cenaze töreni, burjuva yöneticilerinin çok sevdiği kendini beğenmişlik ve riyâkarlık sergilemelerine fırsat oldu.
1918’de Xhosa kabile aristokrasisinin önemli bir ailesinde doğan Nelson Mandela, avukat olmasını sağlayan üniversite eğitimi alabilen küçük bir siyahi seçkin topluluğun parçasıydı...
Siyahiler ve beyazlar (nüfusun %20’sinden az) arasında uçurum yaratan apartheid rejimi, Ulusal Parti tarafından yönetildi. Çok zengin maden sahibi de olsa, basit bir çalışan ya da vasıflı işçi de olsa, rejim, bütün beyazlar arasında çıkar ortaklığı olduğuna inandırıyordu.
Aynı şekilde, Madela’nın 1944’de üye olduğu ANC (Afrika Ulusal Kongresi), toplumu yönetecek yeni bir burjuva düzen kurmak isteseler de, tarım işçisi, madenci veya hizmetçi de olsalar, bütün siyahilerin çıkarlarının aynı olduğunun fikrini savunuyordu. ANC’deki arkadaşları Walter Sisulu ve Oliver Tambo gibi Madela da, komünizmden uzaktı ve Güney Afrika işçi sınıfının kendi politikasıyla harekete geçmesini istemiyordu. Mandela özgeçmişinde anlattığı gibi: "Komünist Parti’nin mitinglerini bile böldüm. Kürsüye koştum, flamaları söktüm ve mikrofonu elime aldım."
1948 yılında resmileşen apartheid rejimi korkuçtu. Devlet, halkı dört kategoriye göre ayırıyordu: Beyazlar, Hintliler, Renkliler ve Siyahlar. Daha kalabalık olmalarına rağmen siyahların neredeyse hiç hakkı yoktu. Ülkenin sınırlı bölgelerinde yaşıyor ve "beyaz" bölgelere sadece gündüz çalışmak için gidebiliyorlardı. Akşamları ise, "township" diye adlandırılan gecekondu mahallelerine dönmek zorundalardı. Ülke içinde dolaşmak için bir iç pasaporta ihtiyaçları vardı ve seçme hakkı ellerinden alınıştı. Bu devlet ırkçılığının insaniyetsizliği "ahlâksız" yasayla görülüyordu, farklı kategori üyelerinin arasında cinsel ilişki ve evlilik yasaktı.
Maden ve sanayi üretiminin gelişimiyle büyüyen işçi sınıfı, beyaz burjuva azınlığın diktatörlüğünü kabul etmiyordu. 1950’li senelerde, apartheidin bazı düzenlemelerine ya da tamamına karşı birçok grev ve eylem gerçekleşti. Mandela, işçi kitlesine güvenmiyordu. "ANC’nin sadece kendi düzenlediği kampanyalara katılması gerektiğini düşünüyordum" sözlerini yazdı ve çok kez ANC yöneticileri, kontrol edemedikleri grevleri sabote etti. Ancak, Komünist Parti’nin stalinist yöneticileri ve bazı sendikalar ANC’nin egemenliğini kabul ettiğinde siyahi işçiler üzerindeki etkileri arttı. Milliyetçi bir politika seçerek, apartheid’e karşı kitlelerin savaşının başına, işçi sınıfının geçmesi ihtimaline sırtlarını çevirdiler.
ANC, beyaz rejimin iktidar paylaşımını görüşmesi için yalvardı. Ama tam tersine devlet baskı rejimini sertleştirdi ve polisin 69 kişiyi öldürüp yüzlerce kişiyi yaraladığı 1960 Sharpeville eyleminde olduğu gibi bütün eylemleri bastırdı. ANC yasa dışı örgüt ilan edildi. Onyedi ay saklandıktan sonra, 1962’de Mandela tutuklanıp Rivonia davasında, biri beyaz beş başka militanla müebbete çarptırıldı.
Kıtanın en önemlisi olan Güney Afrika işçi sınıfı, büyük grev mücadelelerine 1970’li yıllarda tekrar başladı. Yanına, 1976’da Soweto gecekondusunda ayaklanan öğrenci gençliği de sürükledi. Polis onlarca insan öldürerek yine eylemleri bastırdı ama katliamlar, hareketi durduramadı. 1970’li yılların sonları ve 1980’li yıllar, hem patron sömürüsüne hem de politik baskıya karşı başlatılan birçok grev gördü. Geri adım atmaya başlayan patronlar, baskılar sonucunda, siyahi sendikaları tanımak ve görüşmek zorunda kaldı. Gecekondular, beyaz yetkililer için yönetilemez hale geldi ve bu da yetmiyormuş gibi beyaz gençlik, siyahi işçilere karşı yapılan baskılara katılmak istemiyordu.
Devletin artık gittikçe kontrolünden çıkan ve kapitalist egemenlik için tehlikeli bir hal almaya başlayan bu durum, çokuluslu madencilik şirketlerini ve Amerikan emperyalizmini 1985 yılında Mandela’nın cezaevi hücresinden sürekli illettiği taleplerine olumlu cevap gelmesi için harekete geçirdi. Önceleri bu görüşmeler tam bir gizlilik içerisinde gerçekleşti ve ne hükümet ne de ANC’ye bağlı siyasi işçiler, ki bu görüşmeler büyük bedel ödeyerek gerçekleştirdikleri mücadeleden kaynaklanıyordu, kesinlikle haberdar edilmedi. Mandela, siyahi kitlelerin sırtına basarak beyaz burjuvazinin yeni siyasetini temsil eden Başkan F. De Klerk ile tavizler vererek uzlaştı. 1990’da Mandela serbest bırakıldı.
Siyahi halkın seçilme hakkını kazanabilmesi için 4 yıl daha süren grev ve isyanlar gerekti. 1994’te Mandela’yı iktidara taşıyan yeni rejim, burjuvaziye tüm güvenceleri verdi: Seçim sonuçlarına bakılmadan, önceden alınmış kararları göre iktidar sandalyeleri bir yandan ANC ve ortakları Komünist Parti ve sendika yöneticileri ve diğer yandan ise Ulusal Parti Başkanı De Klerk ve ortakları İnkhata siyahileri arasında paylaşıldı.
Mandela, bir sürü numara çevirerek, çoğunluğu oluşturan siyasi kitlelerin aparthheid partisi olan Ulusal Parti’yi kabullenmesini sağladı... Mandela, verdiği hiizmetlerin karşılığı olarak, büyük güçlerin desteğini aldı ve böylece de De Klerk ile Nobel Barış ödülünü kazandı. En nihayet Ulusal Parti ANC’ye katılıp siyahi burjuvazi ile birleşerek hakim sınıfı oluşturdular....
Bugün, apartheid rejiminin resmen son bulmasından 20 yıl sonra siyahi halkın çok küçük bir azınlığı büyük servetler edinip burjuva sınıfına katıldı. Bu yeni büyük burjuvaların çoğunluğu, ANC saflarından geliyor... Apartheide karşı esas mücadeleyi veren ve esas bedeli ödeyen yoksul siyahi kitleler ise eskisi gibi yoksulluk içerisinde. Şimdi ise onlara karşı uygulanan baskı, siyahi polis tarafından yapılıyor. Artık kemer sıkma siyasetinin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu siyahi bakanlar anlatıyor. Siyahi kitleler, eskisi gibi insanlık dışı çalışma, yaşam ve barınma şartlarında yaşamaya mahkum...
Mandela’nın ulusalcı siyaseti, Komünist Parti ve sendika bürokrasisi desteğiyle gerçekleşti ve bu siyaset, işçi sınıfına yaramadığı gibi yine kapitalistler tarafından sömürülüyor. Güney Afrika’da geleceği temsil eden tek mücadele hem beyaz hem siyahi sömürücülere karşı olan mücadeledir. LO (13.12. 2013)