Kongre metinleri

Krizle boğuşan Avrupa Birliği

25 Mart 1957’de Roma anlaşması ile Avrupa’nın parçalanmışlığının sonuçlarını gidermek için Avrupa Ortak Pazarı oluşturulmuştu. Avrupa’nın ulusal devletlerinin, ABD gibi büyük rakiplerinin çok geniş alanları vardı ve parçalanmış Avrupa devletleri, zorla nefes alıyordu. Avrupa Birliği’nin bu sorunu çözmek için şimdiye kadar yaptığı tüm girişimler, Avrupa halklarının birliğinin nasıl olabileceği ve olması gerektiğine göre çok zavallıca kaldı.

Emperyalist Avrupa devletleri ile ABD arasındaki rekabet, 2008’deki mali krize kadar inişli çıkışlı olsa da yolunda gitti ama bu tarihten sonra büyüdü. Avrupa burjuvazilerinin, büyüyen mali kriz ortamındaki kızışan rekabete karşı, ABD gibi güçlü rakipleriyle baş edebilmesi için birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Ancak AB, hem büyük rakip ABD’nin saldırılarına karşı kendini korumaktan aciz hem de inşa edildiği söylenen birlik, çatırdıyor. Hatta büyük iddialarla oluşturulan ortak para birimi avro, kriz karşısında sözde ortak olduğunu, gerçekte öyle olmadığını gösterdi. Örneğin emperyalist Almanya’nın ve Fransa’nın güçlü avrosu, Yunanistan ve Portekiz’in zayıf avrosuna saldırdı ve belki, yarın İtalya’nın avrosuna saldıracak.

2008 krizinden bu yana AB, sürekli iki kriz arasında gidip geliyor. Mali kriz önce ABD’de başlamış olmasına rağmen, Avrupa’yı aynı, hatta daha şiddetli etkiledi. Avro krizi, ardından Yunanistan’ın sert bir şekilde hizaya çekilmesi, Brüksel’deki AB yönetimine karşı Doğu Avrupa ülkelerinin oluşturduğu Visegard, isyan bayrağını çekti, Brexit ve sonuçları; göçmenlerin yarattığı kriz; yani AB devletlerinin göçmenleri kabul etmeyip takındıkları iğrenç tutum var. Şeklen görünen birlik, hem ekonomik hem de siyasi açıdan hızla parçalanıyor.

Bugün Avrupa, daha çok ekonomik kriz ve bunun sosyal ve siyasi sonuçları açısından birlikte hareket ediyor. Tüm AB ülkelerinde burjuvazi, işçi sınıfına saldırıyor. Tek fark, saldırıların şiddetinin ülkeye göre değişmesi. Her yerde kriz nedeniyle yoksulluk artıyor; özellikle kriz yüzünden işsiz kalanların yoksulluğu.

Elbette Avrupa’da emperyalist ülkelerle diğerleri arasında bir fark var. AB ülkeleri arasında sözde eşitlik var ama bu sözde eşitlik, emperyalist Avrupa ülkelerinin, diğerleri üzerindeki egemenliğini yok etmiyor. Bunun en basit örneği Yunanistan. Yunanistan’da kitlelere ağır bir kemer sıkma siyaseti uygulandı ve bundan Alman, Fransız ve İngiliz bankaları yararlandı.

Her türlü milliyetçiliği ve korumacılığı savunanlar, örneğin Fransa’dakiler, sıkça emekçilere rekabet ettiklerini iddia ettikleri Polonyalı su tesisatçısını veya Bulgar ya da Romanyalı kamyon şoförlerini örnek gösteriyor. Ancak Renault, PSA (Peugeot), Mercedes veya Toyota gibi büyük şirketlerin Doğu Avrupa ülkelerinde kâr getiren şirketleri satın aldıklarını ve bu ülkelerdeki emekçilere, emperyalist ülkelerdekine göre 2-3 katı daha düşük ücret ödediklerini söylemeyi unutuyorlar.

Avrupa ekonomisinin, sıkıştırıldığı dar ülke ekonomilerinde boğulmakta olduğu gerçeği, bir yüzyıldan fazladır ortada. Troçki yüz yıl önce, Avrupa devletlerinin, Avrupa kıtasını birleştirme ve bu birleşme sayesinde insanlığa ileri adım attırma yeteneği olmamasını eleştiriyordu.

Avrupa, büyük bedel ödeyerek emperyalist burjuvazinin rekabetinden dolayı iki tane dünya savaşı yaşadı. Çünkü farklı taraflar, ekonomik gelişmeler karşısında savaşın şiddetini, birleştirici güç olarak kullanmak istedi.

Avrupa’nın son hali, farklı ulusal çıkarların şoku, devletlerin birlikte karar alma mekanizmasını oluşturamama gibi, dağılma sürecine çözüm getirememe gibi durumlar, AB’nin yarım yüzyıllık inşasının ne kadar yüzeysel ve kırılgan olduğunu gösteriyor. Çünkü birlik, çelişkili ve dağılmaya açıktı.

Devrimci komünistler, bütün sınırları kaldırıp, bölünmeleri yok ederek Avrupa’yı birleştirme hedefi için çalışır. Bu, tüm Avrupa halklarının kendi geleceklerini tayin hakkı ile çelişmez, tam aksine onların birlikte hareket etmesinin yolunu açar.

Ancak tarih bir defa daha şunu gösteriyor; böyle bir birlik, farklı ulusal burjuvazilerin kendi aralarında yaptığı pazarlıkla mümkün değil. Ancak kıtadaki tüm burjuva iktidarlarının bir devrim yoluyla yıkılıp iktidarın işçi sınıfının eline geçmesiyle mümkün.

Önümüzdeki AB seçimlerinde iki farklı cephe iki farklı siyaset savunacak. Bir tanesi AB’ni daha ileriye taşıma, diğeri ise buna karşı olacak. Aslında demokrasi açısından, Fransa’da şimdiye kadar sol ile sağ arasında yaşananlara çok benziyor. Ne Avrupa’nın ne de halklarının durumu, bu iki cephenin umurunda.

Burada şunu da görmek gerek: Macaristan, Polonya, Slovakya, Avusturya ve son zamanlarda İtalya’nın, göçmenleri ülkelerine kabul etmemek için ileri sürdükleri nedenlerle Macron ve onun gibilerinin daha insancıl gibi görünmeleri temelde fark etmiyor. Tek fark, onların daha ikiyüzlü olmasıdır. Örneğin Orban, göçmenlerin geçeceği karayollarını tel örgülerle kapatıyor, Macron ise “insancıl” olduğunu söylemesine rağmen, kurtardığı göçmenleri taşıyan gemilerin Fransız limanlarına uğramasını yasaklıyor. Macron, Orban gibi açıkça şövenist fikirleri kullanmıyor. Ancak Macron, göçmenlerin AB ülkelerine kabul edilmesi için tüm ülke başkanlarının, Orban dahil, onay verme şartını getiriyor.

Bir insanın, Avrupa topraklarında doğmuş olsun veya olmasın, Avrupa’nın her hangi bir ülkesine serbestçe gidebilmesi ve isterse yerleşebilmesi en demokratik temel haklarından biridir.

Devrimci komünistler, bu temel dayanışma prensibinin de ötesinde, göçmenlere karşı olmanın kapitalist toplumun yozlaşmasının bir göstergesi olduğunu teşhir edip göçmenlerin, işçi sınıfının bir parçası olmasını ve birlikte mücadele edilmesini savunmalı.

Avrupa’nın birleşememesinin nedeni; bir insanın, bir partinin veya siyasi bir çevrenin acizliği değil. Burjuvazinin acizliği. Burjuvazi artık topluma en küçük ilerici bir şey getirmekten aciz. Hatta burjuvazinin acizliği, genelde egemenlik hayallerini ve aşırı sağ fikirleri körüklüyor.

Devrimci komünistler, ister ulusal ister Avrupalı olsun, tüm burjuva kurumlarına karşı, proletaryanın siyasi çıkarları ve enternasyonalizm temelinde mücadele eder. Emekçilere doğrudan veya dolaylı yollardan, ulusal burjuva devletinin ve egemenliğinin, Avrupa burjuvazisine karşı bir güvence olarak sunmak, ulusal egemenliğini savunan burjuva partileriyle kırıştırmak, gerici bir aptallık. Ekonominin her geçen gün dünya çapında toplumsallaştığı bir ortamda, devletlerin ulusal temellerde daha fazla bölünmesi, burjuva iktidarının en gerici yönlerinden biri. İşte dünya çapındaki toplumsallaşma, komünist devrimi hem mümkün kılıyor hem de insanlık için denetleyebileceği, daha ileri bir toplum yaratmayı olanaklı kılıyor.