Gelişen gericiliğe karşı proletaryanın siyasi uyanışı
Gericiliğe doğru gidişat, bazı Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, aşırı sağa yönelişle görülüyor. Bir de son günlerde Latin Amerika’da, 1 Ocak 2019’da resmen iktidara gelecek olan, Bolsonaro’nun seçim zaferi ile görüldü. Brezilya’da uzun yıllar, emperyalizm ve ayrıcalıklı yerel büyük burjuvazi ile toprak ağalarına, yani küçük bir azınlığa hizmet eden bir askeri diktatörlük hükmetti. Aşırı sağcı, eski bir paraşütçü olan Bolsonaro, eskiden Lula’yı destekleyen yoksul kitlelerin önemli bir kesiminin verdiği oyla seçildi.
Bu geriye gidişte en büyük sorumluluk sola ait! Lula ve Dilma Roussef’in İşçi Partisi, 13 yıl boyunca iktidarda kaldı ve onlara güvenen yoksul kitlelerin umutlarını boşa çıkardıkları gibi onlara ihanet ettiler. Kitleleri, siyasi açıdan hem silahsızlaştırdılar, hem de en büyük düşmanlarının kucağına ittiler. İktidara gelen reformist sol, ekonomik kriz ve sonuçları karşısında büyük burjuvazinin ve emperyalizmin sadık emir kulu olarak davrandı ve kirli işlerini üstlendi. Ardından bunu fırsat bilen ve kimsenin tanımadığı bir aşırı sağcı siyasetçi, koltuğa oturdu. Üstelik 20 yıl boyunca feci bir diktatörlük uygulayıp bir sürü cinayet işlemiş olan askeri yöneticiler aklanıp şimdi Anayasa ve Demokrasi bekçileri gibi görünüyor.
Aynı zamanda devrimci hareketin büyük çoğunluğunun da sorumluluğu var. Çünkü onlar, İşçi Partisi’nin kuyrukçuluğunu yapıp siyasetini desteklediler ve sömürülenler sınıfına, emekçi dostu geçinip, egemen sınıfa hizmet veren bu iktidarın ihanetine ilişkin gereken uyarıları yapmadılar.
Seçilen hükümet, ileride büyük tehdit oluşturacak ama Bolsonaro’nun seçim zaferi şimdiden bir tehdit. Zaten Brezilya’da toplumsal ilişkilerde şiddet yaygın. Yeni iktidar, silahlı çeteleri ve resmi polisi, gecekondu çetelerini ve de kırlarda toprak ağalarının silahlı çetelerini daha da cesaretlendirecek. Onlar da düzene karşı çıkanlara, sendikacılara, topraksız köylülere, mücadele edenlere veya rejime karşı gelenlere karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti artıracak.
Birçok yoksul ülkede durumun gericiliğe doğru evriminin sonucunda, gericiler daha fazla güç kazanıyor; emperyalizme karşı olanları veya tepki gösterenleri, etnik veya dinci temellerde örgütlüyor.
1917-1919 yıllarındaki devrimci dalga, Rusya’da işçi sınıfını iktidara taşımış ve ezilen ülkelerde büyük bir yankı uyandırmıştı. Devrimci Rusya’dan esinlenen işçi sınıfı hareketleri, farklı biçimlerdeki emperyalist baskı düzenlerine karşı birçok sayıda değişik isyan ve mücadeleler geliştirmişti.
Devrimci dalga bitince Stalinizm mücadeleleri, uluslararası ölçekte radikal milliyetçi akımlara doğru yönlendirdi. Bu akımlar, kitleleri yanıltabilmek için bir süre komünizm bayrağının arkasına saklandı. Stalinizm tarafından doğrudan veya dolaylı olarak yetiştirilen Mao, Ho Şi Min veya Kim İl-Jung gibi ilk milliyetçi kuşak, iktidara gelince bazı yöntemler geliştirdi ve bu yöntemler, Asya’dan Güney Amerika’ya, Afrika’ya kadar, milliyetçi küçük burjuvazi tarafından, halk isyanlarını istedikleri şekilde yönlendirmek ve yönetmek için kullanıldı.
Stalinizm görevini yerine getirdikten sonra, ezilen ülkelerin küçük burjuvazisi, komünizm ve sosyalizm kelimelerini bile kullanmaktan vazgeçti ve artık milliyetçiliğin en gerici ve çağ dışı biçimlerine yöneldi. Elbette bu dönüşüm, yıllar boyunca, Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar, farklı ulusal kurtuluş savaşları (Özellikle Cezayir’de) ve başarılı veya başarısız gerilla hareketleri şeklinde sürdü. İran’da 1979’da şaha karşı, açıkça gerici olan bir hareket, ilk başarılı halk isyanı oldu. Ardından dünyanın birçok yoksul ve ezilen bölgesinde çok farklı şekillere bürünmüş eski hareketler (dinci köktencilik, aşiretçilik, cemaatçilik) yeniden ön plana çıktı. Bu akımlardan esinlenen hareketler, başarılı olduklarında, emperyalizme karşı tavır alır ama uyguladıkları siyasetler, en iyi şekliyle hiç bir sonuç vermez ve genelde ezilenlere yeni zincirler vurulur.
Emperyalist baskıya karşı tek yeni olumlu çıkış yolu, sadece devrimci komünist hareketin gelişmesi ve proletaryanın bilinçli mücadelesiyle olanaklı.
Bugün bazı aydınlar, uluslar arası ilişkilerdeki bozulmanın bir düzeyde farkında oldukları ve bunun yeni savaşlara yol açabileceğini gördükleri için tüm zamanlarını, ileride bir dünya savaşının hangi eksende gelişeceğine dair tahminde bulunmakla geçiriyor.
Bazıları, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Batı bloğunun yeniden ABD önderliğinde, farklı olsa da, Rusya’ya karşı şekillendiğini görüyor. Şunu hatırlatmakta yarar var: NATO (Kuzey Atlantik Paktı) Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturulmuştu. NATO, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yok olmadı. NATO, önce eski Halk Demokrasisi ülkelerini, sonra Baltık ülkelerini içine aldı ve sürekli olarak eski SSCB ülkelerine, özellikle Gürcistan’ı ve Ukrayna’yı kendine çekmeye çalışıyor. NATO, ABD’nin Rusya’ya karşı uyguladığı yani, etrafını çevirme siyasetinin bir şekli.
Diğerleri ise Çin’i, ABD’nin en büyük rakibi olarak görüyor.
Şu tartışılmaz bir gerçek: Çin’de, Mao’yu iktidara getiren devrimden bu yana Çin, ABD emperyalizmi için bir sorun.
Son 70 yılda, Çin ve ABD ilişkilerinin gelişimi konusuna yeniden dönmek istemiyoruz. Son yılların tarihi artık, Mao rejiminin revizyonist Kruşef’e ve sonrasında gelenlere karşı gerçek komünizmi savunduğu iddisını silip süpürdü. Çin rejimi, komünist etiketini korumaya devam edip devlet partisi bunu iddia etse de, önceki özgünlüğünü, yani emperyalist güçlere boyun eğmeme iddiasından, çok büyük ölçekte vazgeçti.
Çin, son 30 yılda devletleştirilmiş ve dışa karşı kapalı bir ekonomiden, emperyalist güçlerin sermayesine kapılarını göreceli olarak bayağı açmış bir ekonomiye geçti. Rejim, yine diktatörlüğünü korusa da artık özel sermaye birikimine izin veriyor, hatta teşvik ediyor.
Çin, dünya pazarında önemli bir yer edinmeyi başardı. Bunu önemli ölçüde, uzun yıllar boyunca emperyalist güçlerin egemenliğine karşı kendini korumasına olanak veren devlet aygıtını kullanarak gerçekleştirdi.
Çinli yöneticilerin siyaseti ve sözleri ne olursa olsun, Çin devleti, işçi sınıfı devrimi sonucu oluşmadı. Devlet her zaman, bağlarını kopardığını iddia ettiği ulusal burjuvazi ile mesafe koyduğu dönemler dahil, ulusal burjuvazinin bir kısmına karşı tavır koysa da, genelde burjuvazinin ilerideki çıkarlarını savundu.
Çin burjuvazisi, Maocu siyasetin, daha doğrusu temel olarak köylülüğün Mao’yu iktidara taşıdığı köylü isyanının iktidarı sayesinde gelişen burjuvazinin, emperyalizminin birçok baskısına direnme olanağı olan bir devlet aygıtına sahip. Artık kimse (özellikle emperyalist güçler) Çin’in komünist etiketine inanmıyor. Çin’in farklı olmasının temelinde, hala daha birçok yönüyle geri kalmış ülke olmasına rağmen, emperyalizme karşı kafa tutabilmesi var.
Bugün Çin’e, ekonomisini geliştirme ve de uluslar arası çapta üst seviyede yer alabilmesine olanak sağlayan durum, devletçilik ve merkezi bir siyaset izleme olanağıdır. İşte bu devletçilik siyaseti ve dünyanın en kalabalık nüfusa sahip olma imkânı sayesinde Çin, hem askeri hem diplomatik bir güç oldu. Böylece başta Afrika olmak üzere birçok yoksul ülkeye yayılabildi ve ticari alanda eski sömürgeci güçlerle rekabet edebiliyor.
Çin’in ipek yolunu yeniden oluşturma projesi, Afrika’da ekonomik gücünü artırması, özellikle Cibuti’de ve başka ülkelerde kurduğu askeri üstler, bazı çevrelerin, Çin’in dünya barışını tehdit eden bir emperyalizm olduğunu söylemesine fırsat veriyor. Gerçek tehdit Çin değil, emperyalizm ve özellikle ABD emperyalizmidir. New York veya Seattle kıyılarında gövde gösterisi yapan Çin savaş gemileri değil; Çin kıyılarında gövde gösterisi yapan ABD savaş gemileridir.
NATO’nun, Asya’daki benzeri olan askeri ittifak SEATO dağıtılmış olsa da, Çin yine de ABD etrafında Tayvan’dan Japonya’ya, Güney Kore ile Filippinler’e kadar yayılan Doğu Asya ülkelerinden oluşan bir askeri güç tarafından kuşatılmış durumda.
ABD ile Kuzey Kore arasındaki gelişmeler, bölgedeki gerginliğin azalmasına yol açmış gibi görünüyor. 1950- 1953 yılları arasında bölgedeki askeri çatışmalar az kalsın bir dünya savaşına dönüşüyordu.
Kore savaşından ve özellikle dünyanın iki bloğa bölünmesinden kaynaklanan Kuzey Kore diktatörlüğü, Kim ailesinin yönettiği bir aile diktatörlüğe dönüştü ve kitlelerin emperyalist karşıtı duygularını kullanıp emperyalist baskılara karşı direnebildi.
Çin, Rusya’ya dönüşmüş olan Sovyetler Birliği ve ABD gibi büyük güçlerin ortasında bulunan Kuzey Kore, bir sorun gibi görünse de rejim bundan yararlanmayı bildi. Kim ailesinin iktidarda bulunan son üyesi Kim Jong-un, şu ana kadar pokere benzer bir oyunla, nükleer silah üretip ABD’ye kafa tutmayı başarabildi. Bu blöf aynı zamanda kendi kitlesine de karşıydı, çünkü bunu kullanarak milliyetçi duyguların sömürüsünü yaparak kemer sıkma siyasetleri uyguladı. Rejim böylece, bir yönüyle Küba’daki Castro rejimi gibi, emperyalizmden fazla zarar görmeden onun etki alanına girmeyi başarabildi. Emperyalist dünyada zayıf görünen ülkeler acımasızca eziliyor.
Bu hesapların doğru olup olmadığını gelecek gösterecek. Bu konuda da şu var, Kuzey Kore devletinin güvenliğini sağlayan aslında sahip olduğu küçücük atom bombası değil; bu daha çok Çin sayesinde. Çünkü Rusya ve hatta ABD emperyalizmi ve özellikle ön saflardaki Japonya, en azından bu dönemde, üç büyük gücü karşı karşıya getirecek bir gerginlik istemiyor. Trump ile Kin Jong-un’un görüşmesine rağmen bu bölge, dünyada en büyük gerginliklerin olduğu yer.