Şubat 1945, Yalta Konferansı: Dünyayı halklara karşı paylaşmak

“Trump Yalta’yı tekrarlayacak mı?” “Ukrayna’da savaş: yeni Yalta”, Trump’ın Putin ile Ukrayna konusunda görüşmelerin önünü açan açıklamaları, 4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında Kırım’ın Karadeniz kıyısındaki bu kentinde düzenlenen konferansa atıfta bulunulmasına neden oldu. Konferans, Almanya’ya karşı savaşın kazanılmak üzere olduğu bir dönemde ABD Başkanı Roosevelt, İngiltere Başbakanı Churchill ve SSCB adına Stalin’i bir araya getirmişti.
Yalta’da üç güç, İkinci Dünya Savaşı’nın harap ettiği Avrupa’daki nüfuz alanlarını paylaştı. Bugün, SSCB otuz yıldan uzun bir süre önce ortadan kalkmış olsa da, ABD, Rus düşmanıyla bir anlaşma yapmak anlamına gelse bile, egemenliğini genişletme arayışını sürdürmektedir. Avrupalı liderleri “sarsan” da budur, büyük güçler arasındaki anlaşmaların her zaman kurbanı olan halkların kaderi değil.

Geleceğin galipleri Avrupa’yı paylaşıyor
Almanya kesin olarak yenildikten sonra Avrupa’nın kaderi üzerindeki pazarlıklar konferanstan çok önce, hatta Sovyetler Birliği’nin Haziran 1941’de savaşa girmesinden hemen sonra başlamıştı. Tahran’da, savaşın dönüm noktası olan 1943’teki Stalingrad zaferinden önce bile Stalin, Baltık Devletleri ve doğu Polonya’nın alınması gibi toprak taleplerini ortaya .atmıştı. Roosevelt’in özellikle Polonya’nın bölünmesi konusunu tartışmakla ilgili bir sorunu yoktu. “Ne de olsa, Polonya’ya neyin tahsis edileceğine karar vermek Büyük Güçlere düşer” diyordu 1943’te. Aynı sinizmle, “üç büyükler” kendi nüfuz alanlarını belirleyerek yüz milyonlarca insanın geleceğine karar vereceklerdi.
Sonuç olarak Yalta protokolü, üç güçten her birinin kendi ordusuyla Almanya’nın ayrı bir bölgesini işgal etmesini öngörüyordu. Sonunda Fransa’ya küçük bir yer verildi, böylece ülkenin parçalanması üç yerine dört işgal bölgesini içeriyordu.
Tüm müzakereler alandaki güç dengesine dayanıyordu. Efsanede anlatıldığı gibi Roosevelt’insaflığı ya da zayıflığı söz konusu değildi. Geleceğin galipleri arasındaki nüfuz bölgelerinin paylaşımı orduların yürüyüşünü takip etti. Şubat 1945’te Alman orduları Batı’da Amerikan ve İngiliz ordularına karşı hala direnirken, Doğu Avrupa’daki Sovyet orduları Berlin’e sadece birkaç on kilometre uzaklıktaydı. Ocak 1945’te bir grup ABD Senatörlerine konuşan Roosevelt şu itirafta bulundu: “İşgalci güçler ordularının bulunduğu yerde güce sahiptir ve herkes diğerlerinin bunu değiştiremeyeceğini bilir” ve ekledi: “Ruslar Doğu Avrupa’da güce sahiptir”. Roosevelt başka bir noktayla daha ilgiliydi: SSCB’nin, İngiliz-Amerikan kuvvetlerine karşı hala direnen Japonya’ya karşı savaşa girmesini istiyordu ve bunu başardı. Ve yardımının bedeli olarak SSCB’ye güney Sakhalin, Kuril Adaları ve Port Arthur’daki üs üzerinde hakları iade edildi. Ancak İngiliz ve Amerikan emperyalizmi bu tavizleri verdiyse, aynı zamanda SSCB’yi kendileri için en büyük endişe kaynağı olan şeye dahil etmek içindi: savaşlar biter bitmez başlayacak olan kritik dönemde düzeni korumak.

Devrim korkusuyla birleşen müttefikler
Churchill ve Roosevelt savaşın devrime yol açma riskinin gerçek olduğunu biliyorlardı. Savaşlar, özellikle de küresel ölçekteki uzun süreli çatışmalar, toplumun temellerini sarsma eğilimindedir. Birinci Dünya Savaşı bunu kanıtladı. 1917’de Rusya’da işçiler iktidarı ele geçirdi ve bu, dünyayı sarsan devrimci dalganın ilk bulaşıcı bölümü oldu.
1939’da Fransa’nın Almanya Büyükelçisi, Hitler’le yaptığı bir görüşme sırasında Almanya-Sovyetler anlaşmasının imzalanması üzerine şunları söyledi: "Stalin devasa bir ikili oyun oynadı. Savaş çıkarsa asıl kazanan Troçki olacaktır. Bunu hiç düşündünüz mü?" Hitler, “Biliyorum,” diye cevap verdi. Hitler ve Fransız temsilci Troçki’den söz ederek proleter devrim riskine işaret ediyorlardı. 1945’te emperyalist yöneticilerin bu sorunu hâlâ ortadaydı. Halklara çektirilen acılar yeni bir devrimci dalgayı kışkırtacak mıydı? 1943’te İtalya’da ve 1944’te Yunanistan’da yaşanan isyan olayları yayılabilir miydi? Alman ve Japon işçi sınıfları da ayaklanamaz mıydı? Emperyalist yöneticiler bu doğrultuda hareket ederek kurtarılan ya da yenilen ülkeleri, devlet aygıtı yeniden kurulana kadar askeri olarak işgal ettiler.
Her türlü güvenceyi sağlayan hükümetler ve özellikle de “halkların tüm demokratik unsurlarını geniş ölçüde temsil eden hükümet yetkilileri” kurmak gerekiyordu. Ancak herhangi bir isyanı, işçilerin iktidardaki rejimlerden kurtulmak için örgütlenme girişimlerini önlemek için, sivil nüfusun kitlesel bombardımanlarla teröre maruz bırakılması gerekiyordu. Bu sistematik ve titiz bir politikaydı. İngiliz hava kuvvetleri 1942 gibi erken bir tarihte Almanya’nın büyük şehirlerine özellikle ölümcül yangın bombaları attı. Yalta’ya gelindiğinde, Köln, ardından Hamburg ve Berlin zaten alevlere teslim edilmişti. Konferansın bitiminden iki gün sonra, 13 ve 14 Şubat 1945’te bombalanma sırası Dresden’e geldi. 130.000’den fazla insan öldürüldü ve şehir kelimenin tam anlamıyla yerle bir edildi. Aynı terör politikası Japonya halkına da uygulandı. Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atılmadan önce bile, 1945’in başlarında yüz şehir bombalanmış ve sekiz ila on milyon kişi kaçmak zorunda kalmıştı.
Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya’nın halkları dize getirebilmek için Stalin’in garantisine ihtiyaçları vardı. Özellikle SSCB’nin Komünist partiler aracılığıyla işçi sınıfı üzerindeki etkisi nedeniyle güvensizlik yaygındı. Ancak Stalin, örneğin 1943’te Komünist Enternasyonal’i feshederek ve ertesi yıl İngiliz ordusunun Yunan komünistlere yönelik katliamını protesto etmeyerek emperyalist liderlere güven vermek için elinden geleni yaptı.
Böylece Stalinist karşı-devrimin işbirliği, emperyalizmin yalnızca Avrupa’da devrimci bir dalgadan kaçınmasını değil, aynı zamanda bütün bir tarihsel dönem boyunca kendisini korumasını sağladı. (LO, 05.03.25)