Suudi Arabistan: Emperyalizmin bir orta direğinin hevesleri

Suudi rejiminin bölgesel ihtirasları

Suudi Arabistan’daki kabile iktidarı Yakın ve Orta Doğu’ya müdahale ediyor ve bunu emperyalizmin desteği ile yapıyor.

Suudi kabilesi, acımasız savaşçı ve ganimetçilikle 1902’den sonra Nedj ve Riyad valiliği görevini yapıyordu. Ardından Osmanlı’yı zayıflatmak amacıyla İngiliz emperyalizmiyle iş birliğine başladılar. İbn Suud, İngiliz emperyalizminin mali ve stratejik desteği sayesinde, 1912’de kurulan ve Vehhabi Bedevilerden oluşan İhvan milisleriyle beraber kanlı baskınlar düzenleyip Arabistan’ı ele geçirdi. Sonra da rakibi olan Mekke şerifine saldırdı. Oysa İngiltere, Mekke şerifine büyük bir Arap ulusu yaratması için yardım vaadinde bulunmuştu. İbn Suud 1924 ve 1926 yılları arasında, kutsal kentler olan Mekke ile Medine’yi ele geçirdi ve böylece 24 Eylül 1932’de Arabistan krallığı ortaya çıktı.

O dönemler Ortadoğu’daki en büyük güç İngiltere idi ve İngiltere, bu konumunu kullanarak bölgenin temel kaynağı olan petrolü talan ediyordu. İbn Suud, siyah altın diye adlandırılan petrolün keşfini kullanarak gelir elde etme yolunu tuttu. İngiltere ile yaptığı iş birliğinde yeterince çıkar elde edemeyince ABD saflarına geçti. ABD şirketleri 1933’ten itibaren devasa miktarda petrol içeren kuyuları ele geçirdi. Bu durum, şirketlerin hissedarlarına on yıllar boyunca büyük servet kazandırdı ve İbn Suud kraliyet ailesinin de servetini oluşturdu.

14 Şubat 1945’te İbn Suud ile ABD Başkanı Roosevelt arasında, Quincy isimli bir ABD savaş gemisinde yapılan görüşmede alınan karar doğrultusunda, Suudi Krallığı ile ABD arasında köle ile efendisi arasındaki gibi bir tür ilişki başladı. İbn Suud, ABD’ye 60 yıllığına petrol kuyularını verdi -bu sözleşme 2005 yılında uzatıldı- ve karşılığında korunma sözü aldı. İşte o tarihten bu yana Suudi Krallığı, ABD’nin bir orta direği oldu. Ancak diğer yandan şah diktatörlüğünün hüküm sürdüğü İran ile rakiptiler. 1979’da şah rejiminin devrilmesinden sonra Suudi Arabistan, Ortadoğu’da, İsrail hariç, en büyük güç olma hevesine kapıldı.

Ancak 14 Temmuz 2015’te, ABD, İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve Çin dışişleri bakanları ve İranlı meslektaşlarının yaptığı nükleer anlaşması, Suudilerin konumunu sarsıyor. Bu anlaşma yoluyla İran’a uygulanan yaptırımların büyük çoğunluğuna son verildi. Daha da önemlisi, ABD emperyalizmi bu yolla İran’ı yeniden diplomasi alanına kattı. Bunun gerçekleşmesi, Suudi rejimi için hem siyasi hem de ekonomik olarak bölgedeki gücünü İran ile paylaşma tehlikesi anlamına geliyor. Örneğin İran’a karşı uygulanan ekonomik yaptırımlara son vermek, İran’a petrolünü büyük oranlarda Batı’ya ihraç etme olanağını sağlar ve bu da Suudi ekonomisi için ciddi bir tehdit.

Trump, 2016 seçim kampanyası boyunca Riyad rejimine karşı bir sürü suçlama yaptıktan, hatta Riyad’ın “terörizme en büyük desteği veren güç” olduğunu söyledikten sonra, seçilir seçilmez önceki başkanlar gibi emperyalizmin çıkarlarını savunan bir tutum sergiledi. Mayıs 2017’de dış ülkelere yaptığı ilk resmi ziyaret çerçevesinde Riyad’a gitti. Trump, bu vesileyle ABD’nin kayıtsız şartsız Suudi rejimini desteklediğini, İran rejiminin değişmesi gerektiğini açıklayıp 110 milyar dolarlık silah satışı anlaşması imzaladığını duyurdu. Bundan güç alan Kral Selman ve özellikle de Haziran 2017’den bu yana fiili iktidarı ellerinde bulunduran oğlu prens Muhammed Bin Selman, bölgede onların etki alanında bulunan ve İran’a yönelen herkese karşı saldırgan bir siyaset izlemeye başladı. Söz konusu olan, bölgedeki egemenliğin onlara ait olduğunu hatırlatmaktı.

Suudi Arabistan, 5 Haziran 2017’de Katar’ı, İran ile birlikte istikrarsızlaşma operasyonlarına katılmak ve terörizme destek vermekle suçlayarak ilişkilerini kesti. Cihatçı teröristlere doğrudan veya dolaylı olarak sürekli yardım yapan bir rejimin böyle bir suçlamada bulunması gerçekten hayret verici. Wikileaks 2009’da, Riyad’da görevli ABD diplomatlarının yayınladığı bir haberi aktardı: “Dünya’daki Sünni terörist grupların temel mali kaynağı Suudi Arabistan kökenli özel yardımlardan oluşuyor.”

Suudilerin gıcık olduğu esas sorun başka. Katar; Kuveyt, Umman, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile 1981’de Suudi Arabistan’ın oluşturduğu Körfez İş Birliği Teşkilatı üyesi. Suudiler, bu petrol monarşisini kendi çiftlikleri olarak görüyor. Ancak Katar, dünyanın en büyük doğal gaz rezervindeki, yani İran ile Katar karasularındaki İran Körfezindeki doğal gazı, İran ile birlikte çıkarmaya karar verdi. Bu konu, bölgede eskiden beri süregelen bir anlaşmazlık sebebi. Buna ek olarak Suriye’nin yeniden inşasına Katar, Türkiye ile birlikte katılmak istiyor ve daha da önemlisi İran Körfezini Akdeniz’e bağlayacak bir doğal gaz boru hattı sorunu var.

Suudi iktidarı, Körfez’deki petrol monarşileri üzerinde mutlak bir egemenlik kurmakla yetinmeyip Ortadoğu’daki diğer ülkelere de, Lübnan örneğinde olduğu gibi, hükmetmek istiyor. 4 Kasım 2017’de Lübnan Başbakanı Saad Hariri, inanılmaz bir şekilde Riyad’a çağrıldı ve istifa ettiği açıklandı. Muhammed Bin Selman Lübnan iktidarını hizaya çekmeyi amaçlıyordu, çünkü ona göre Lübnan, Hizbullah’ı gerekenden çok fazla destekliyor. Hizbullah hareketi İran’a bağlı ama diğer yandan Hariri hükümeti ile de ittifak halinde.