Ana sayfa > Arşiv > Arşiv 2013 > Sınıf Mücadelesi Sayı : 176 - 1 Şubat 2013 > Sınıf Mücadelesi’nin Sözü
Kapitalist ekonominin krizi
2008’de Lehman Brothers’ın iflasıyla başlayan ve borsa kriziyle devam eden ekonomik kriz, 1980’lerden beri ortalama her üç yılda bir tekrar ediyor. Dört yılın sonunda, biçimini ve ağırlık merkezini değiştiren ekonomik krizin üstesinden gelinemedi ve üretim sektörlerinde ağırlığını hissettirmeye başladı.
2012’de de üretim yavaşlarken işsiz sayısı artmaya devam etti. Ancak fazla bir değişim görülmedi. Bu durum ekonominin henüz “Büyük Depresyon”na sebep olacak kadar dibe inmediğini gösteriyor. Başka bir deyişle, henüz en kötüsünü görmedik.
Üretim faaliyetlerine kıyasla üretici olmayan mali alanın baskıcı ağırlığını hissettirmesi, kapitalist ekonomide yeni değil. Lenin, mali sermayenin ekonominin tümünde ağırlığını hissettirmesinin emperyalizmin temel karakterlerinden biri olduğunu düşünüyordu.
Günümüzde “finanslaşma” adıyla bunu duymaya alıştık. Büyük sermaye için meydana gelen bu dönüşüm, özetle, doymuş pazarların canlanmasına, üretime giden yatırımların azaltılarak mali piyasada yoğunlaşması anlamına geliyor. Sonuçta “finans sektörü” zamanla kanserli bir yapıya dönüşüyor. “Finans ürünlerinin” sürekli yeniden çoğalması, ekonomiyi gittikçe daha yapay ve borsaya odaklı hale getiriyor.
Gelişme döneminden -ekonomik patlama dönemlerinde- krize doğru ilerleyen kapitalist ekonomide görülenlerden biri de kâr oranlarının dibi görmesi. Bu gelişme burjuvaziyi her geçen gün daha fazla endişelendiriyor.
Büyük sermaye 1970’lerde başlayan bu dönüşümü, daha fazla kâr etmek için sömürüyü arttırarak daha vahim hale getirdi. Başka bir ifadeyle söylersek, ücretlilerin zararına olacak şekilde sermaye gelirini arttırdılar. Büyük sermaye, ücretleri dondurarak, çalışma hızını arttırarak, işsizlik korkusundan faydalanarak tüm toplumun zorunlu ihtiyacı olan (sağlık, eğitim, toplu taşıma gibi) kamu hizmetlerine saldırarak işçi sınıfına savaş açtı.
Fransa’da ücretlerin, ulusal gelirdeki payı, 1982’den 1988’e kadar %73,2’den %63,4’e geriledi.
Kapitalist sınıf 1990’lı yılların başına, kriz öncesi kâr oranlarına döndü. Bu kâr, pazarın genişlemesiyle ya da yeni üretimle elde edilmedi. Özellikle kriz öncesindeki kâr oranlarındaki iyileşme bile ne üretim merkezli yatırıma gitti ne de yeni bir üretim merkezli dönüşüme. Kâr oranları, kapitalist ekonomide yeni bir dönüşümün başlangıcı olmadı. Artan kâr, hala mali çevreleri şişirmeye devam ediyor.
Ekonomideki bu finanslaşma eğilimi önemli bir ekonomik duraklama yılı olan 1982’den beri karmaşıklaşıyor. Devletler, o dönemde yükselen enflasyonu durdurmak için fazla para basarak bütçe açığını kapatmak yerine bankalara ve daha çok da uluslararası mali pazara borçlanma yoluna gittiler. Bu da ekonomiye kredi borçlanması ve böylece de borçların artması biçiminde yansıdı.
Devletler bu yolla işlerini yoluna koydular. Kamu borçlarının artması -hazine tahvilleri, devletlerin farklı türdeki bonoları- onlara, açıklarını kapatmak için bir araç görevi gördü. Bu, aynı zamanda bankacılara verilen büyük bir hediyeydi. Bankalar, devletlerle kârlı yatırım alanı arayan büyük sermayeye aracı oluyordu.
Bu dönüşümü özetleyebilmek için ABD’nin borçlarını aktarmak yeterli.
ABD’nin kamu borcu 1963’de 305 milyar dolar civarındaydı. Bu rakam uluslararası para sistemi krizinin ve dünya kapitalist ekonomisinin -henüz çıkamadığı- uzun krizin başlamasına sebep olan birinci petrol şokunun hemen öncesince, 1970’de 370 milyar dolara ulaştı. 1980’de 907 milyar doları gördü ve 1990’a gelindiğinde 3 trilyon 233 milyar dolara ulaştı. 2000 yılında 5 trilyon 674 milyar iken şimdiki mali krizin başında 2008’de 10 trilyon 24 milyar dolara çıktı!
Banka sistemini kurtarmak için devletlerin seferber olduğu 2010’da ABD’nin kamu borçları, GSYİH’ya (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla) eşdeğer seviyeye, 15 trilyon 154 milyar dolara çıktı. (Veriler Le Monde gazetesinden alınmıştır.) ABD’de özel sektörün borçları da aynı şekilde arttı.
Bu dönüşüm hemen hemen tüm emperyalist ülkelerde benzer. Fransa’da, yirmi küsur yılda, kamu borçları, GSYİH’nın %22’si iken %84’üne ulaştı.
Geçen otuz yıllık sürede bu eğilim git gide güçlendi ve devletler şimdi borcu ödemek ile alacaklılarına her yıl faiz ödeme zıtlığı arasında kalmış durumda.
Makara bu şekilde sardı, borç borçtan beslendi. Alacaklılar -yani bankalar, yatırım fonları, sigorta şirketleri- devlet çeşmesinden akan parayı kasalarına koydular ve koymaya devam ediyorlar. Mali sisteme giden kâr tüm ülkelerin bütçelerinin büyük bir kısmını yutuyor.
Şirketlerin borçları da aynı mekanizmayı doğuruyor. Yatırım fonları ve bankalar sadece kendi paralarını değil, sanayi ve ticaret sermayesini de kullanıyorlar.
Kamu borçları söz konusu olduğunda devlet, mali sermayeyi beslemek için egemen gücünü kullanarak elini hemen vatandaşlarının, özel olarak da işçi sınıfının cebine atıyor. Devlet aracılığıyla yapılan vurgun, üretimden gelen artı değerin mali alana gitmesine sebep oluyor.
Tüm hükümetler bunun da ötesine giderek kendilerini haklı çıkarmak, kemer sıkma siyasetlerini meşru göstermek için artan kamu borçlarını ileri sürüyorlar. Ardından da elbette “çocuklarımızı, torunlarımızı” borç ödemeye mahkum etmemek için tüm vatandaşlarından kemer sıkma siyasetini kabul etmelerini istiyorlar!
Devletlerin başında, aynı lakırdıyı tekrarlayan papağanlar, özel sektörün borçları konusunda ağızlarını açmıyor, küresel ekonomi için bir tehdit, küresel ekonominin boynuna geçirilmiş bir ilmik olarak görmüyorlar. Bununla birlikte özel sektör borçlarının tutarı -özellikle de işletmelerin, bankaların, zengin sınıfın- borçlarının tutarı, kamu borçlarından üç kez daha fazla önemli.
Bir açıklamaya göre “dünya ölçeğinde özel borçların toplamı 117 trilyon dolara yükseldi yani 41 trilyon dolara ulaşan kamu borçlarını üçe katladı”.
Özel borçlar, iflası tetiklemesi açısından çok hassas ve küresel ekonomi için bir ülkenin kamu borcu kadar hatta daha fazla tehdit edici. Lehman Brothers’ın iflasının ardından neler olduğunu hatırlayalım!
Üretimin durgunluğa girme tehdidi oluşunca ekonomiye her seferinde uygulanan tedavi, kredi musluklarının açılması, dönüşümdeki kredilerin, borçların, fonların, para miktarının değerinin yükseltilmesi oldu. Her bir kurtarma, ekonomiyi hiçbir zaman kurtaramayacak olan mali alanın daha da azmanlaşmasıyla son buldu.
Emperyalist devletler, dolaşımdaki kanın pıhtılaşmasını önlemek için neredeyse hiç vakit kaybetmeksizin, şüpheli bonoları satın alarak büyük bankaların garantörlüğünü üstlenmiş oldular. Devletlerin hızlı müdahalesi, dünya banka sistemini iflastan kurtarmayı başardı.
Sanayi üretimi üzerine rakamlar, daha belirgin bir dönüşümü ortaya koyuyor.
Sömürülen sınıflar için bilanço feci. Üretim ekonomisindeki krizin devam etmesi işsizliğin kötüleşmesi, daha fazla fabrikanın kapanması biçiminde kendini gösterdi. Mali kriz ise başta Yunanistan, İspanya olmak üzere Avrupa’nın en yoksul ülkelerinde kemer sıkma siyasetlerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Mali kriz, Avrupa’daki emperyalist ülkeleri olduğu gibi ABD’yi de zor durumda bıraktı. İyi kötü bir işi olan işçiler bile yoksulluk sınırının altına yaşarken İsviçre, Almanya gibi zengin ülkelerde bile işsizlik artıyor.
Burjuvazinin sözcüleri arasında, ekonomi uzmanları veya siyasetçiler, kemer sıkma siyasetlerini vurgulayarak tüketimi düşürüyorlar. Bu durum krizi derinleştiriyor ve ekonomi çarkının dönmesine engel oluyor. Mali alanın azmanlaşması kapitalist ekonomiyi gerçekten bunaltıyor ve ekonominin yeniden harekete geçmesini engelliyor. Bununla birlikte güçlü çıkarlar olduğu için hiç kimse hiçbir şey yapamaz.
Medya ve siyasetçiler rekabeti, toplumun bir araya gelmesi gereken büyük bir ulusal davaymış gibi göstermeye çalışıyor. Burjuvazi kendi çıkarlarını, her zaman toplumun ortak çıkarlarıymış gibi gösteriyor. Bunun sayısız örneğinden biri: “General Motors için iyi olan ABD için de iyidir.”
Kapitalist sınıf sadece küresel ölçekte rekabet edebilmek için işçilerin kanıyla ticari savaşlar yürütmüyor aynı zamanda siyasetçilerle işçilerin bunu desteklemesini istiyor.
Kapitalist sınıfın bu hayasızlığı yeni değil. Krizle birlikte her gün daha fazla iflasın gösterdiği gibi burjuvazi, toplumu ve ekonomiyi yönetecek yeteneğe sahip değil. Böyle bir durumda işçilerin, ayrıcalıklı sınıfın, burjuvazinin çıkarlarını benimsemek için hiçbir sebepleri yok.
Kapitalist ekonomi sürdüğü müddetçe işçi sınıfının tek kaygısı, kendi sınıf çıkarlarını öne çıkartarak burjuvazinin sınıf çıkarlarına karşı koymak ve kendi yaşam koşullarının her bir adımını korumak olmalı. İşçi sınıfının, işsizlik yoluyla bölünmesi, toplumun üreten sınıfın temel değerlerinin yozlaşması tehlikeli bir gerileme meydana getirebilir.
İşçi sınıfı ve burjuvazi, özellikle de bu kriz döneminde kesinlikle birbirine zıt çıkarlara sahip. Kriz döneminde temel yaşam koşulları için mücadele etmek ve işten çıkarmaların yasaklanması, işlerin herkes arasında paylaştırılması gibi talepleri öne çıkartarak toplumun üzerindeki burjuva iktidarına ve işletmeler üzerindeki patronların iktidarına doğrudan müdahale edilmeli.
Bankaların ve işletmelerin işlevlerini denetlemek, toplumun büyük bir kesimin çıkarına. Bununla birlikte bu denetimi güçlü bir mücadele çerçevesinde ve özellikle bilinçli bir şekilde yalnızca işçi sınıfı dayatabilir.
Bugün böyle bir durumun varlığından bahsedemeyiz. Ancak devrimci komünistlerin görevi bu durumu hazırlamaktır.
İşçi sınıfının büyük bir çoğunluğu bugün savunma mücadelesi veriyor ve toplumda ezici bir çoğunluğa sahip olduğu bilincine sahip değil: Net bir bilinç olmadan bu kriz döneminde işçi sınıfının etkili bir savunması olamaz. Şurası açıktır ki önce burjuvazi ile iktidar mücadelesine girişmeli ardından da işçi sınıfının iktidarı için mücadeleye geçmek gerekir. LO