Sinif Mucadelesi

8 Ocak 1959 : Castro ve yoldaşları Küba’da iktidarı alıyor

Çarşamba 11 Şubat 2009

8 Ocak 1959’da Fidel Castro ve kendisine eşlik edenler görkemli bir biçimde Havana’ya girdiler. Yıllardan beri ada üzerinde terör estiren Batista’nın yolsuzluğa batmış olan rejimi, bir hafta önce yıkılmıştı. Diktatörün kaçtığının ilan edilmesiyle, kalabalıklar dalgalar halinde şehrin sokaklarına döküldü. Sefalet, baskı ve zulmü bitirmekte uçsuz bucaksız ümit, kitleleri ayaklandırıyor, kitleler, Fidel’in «barbudos»’larıyla (sakallılar) yani kendisine eşlik eden gerillalarla ittifak yapıyor, onlara katılıyorlardı.

Diktatörlük yılları

1952 yılının Mart ayında iktidara gelen Batista, ABD’nin açık desteğiyle kanlı bir diktatörlük kurdu. Yolsuzluk, kumarhaneler, her türlü kaçakçılık, fuhuş, bütün kentleri sarmıştı. Ülke zengin Kuzey Amerikalı turistlerin gerçek bir genelevine dönüştü.

Küba burjuvazisi, gerçek anlamda fevkalade zengin; şeker kamışı, kahve ve tütün işletmeciliği sayesinde zenginleşmiş, sadece birkaç aileden oluşuyordu. Ancak rejimin bozulmuş, çürümüşlüğü ve halkın gözünde itibarını yitirmesi öyle boyutlara ulaşmıştı ki, mülk sahibi sınıfın bir bölümü Batista’ya sırt çevirdi. Belli başlı şeker üreticilerinden biri, geleceğini garanti altına almak istercesine, işi Castro’ya para yardımı yapmaya kadar götürdü.

5 yıl önce yapılan ilk darbe girişiminin başarısızlığa uğramasından beri, Castro ve kendisine eşlik edenler, Santiago kentini çevreleyen dağlarda zamanlarının gelmesini bekliyorlardı. Bu ilk gerilla çekirdeğine, kentlerden, baskı ve şiddetten kaçan gençler ve aynı zamanda açlıktan ölmeye yüz tutmuş, bitkin durumdaki köylüler de katıldı. Kentlerde işçi sınıfı da korkunç bir durumdaydı. Öyle ki, 1958 yılının Nisan ayında ayaklanmaya yönelik bir grev patlak verdi ve kaba bir şiddetle hoyratça bastırıldı. Kırlarda, tarım işçileri sadece, her yıl 10 hafta olan şeker kamışı toplanması sırasında çok düşük ücret alıyorlardı. 6 milyon nüfusu olan bir ülkede 650 bin kişi işsizdi.

İspanya’nın eski sömürgesi olan Küba, 1902 yılında, daha sonra ABD’nin vesayeti altına geçmek üzere biçimsel olarak bağımsızlaşmıştı. Bu andan itibaren, bu ada sadece diktatörlüklerle yönetildi. Kitlelerin yüzde 80’i sonu olmayan bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşıyordu. Bu insanların yarısı ise okuma yazma bilmiyordu. Sanayinin büyük bölümü, büyük yabancı grupların, özellikle de ABD’li grupların elindeydi.

Köylülerin çoğunluğunun toprağı yoktu ve büyük toprak sahiplerinin, temel olarak da yabancı şeker üretici şirketlerinin insafına kalmışlardı. Bu şirketlerden 11’i Küba’nın, temel tarım ürünlerinin büyük bir bölümünü oluşturan şeker kamışı üretilen topraklarının yüzde 47’sini ellerinde tutuyorlardı.

Bu durumda Barbudosların iktidara gelişini alkışlayanlar, yolsuzlukların sona ermesini, özgürlük, demokrasi ancak hepsinden önce de, iyi bir gelir ve kendilerine toprak verilmesini istiyorlardı.

Castro ve yandaşları iktidara geldikten sonra bu istekleri gerçekleştirmek için ekonomik ve mütevazı sosyal reformların yükümlülüğünü üstlendiler. Ancak bu, ülkenin ABD karşısındaki, tümüyle ekonomik bağımlılığını yeniden sorgulamayı gündeme getiriyordu.

ABD’nin büyüyen düşmanlığı

Castro, iktidara gelmesinin ertesi günü, yöneltilen suçlamalara karşı kendisini savunmak ve yardım elde etmek için Amerikan hükümetine el uzatmak üzere ABD’ye gitti. New York’da, 17 Nisan 1959’da gerçekleştirilen bir basın toplantısı sırasında şöyle bir açıklama yaptı: «Açık ve kesin bir biçimde komünist olmadığımızı söylüyorum. Küba’daki sanayinin gelişimine katkısı olacak olan özel yatırımlara kapılarımız açıktır. Eğer ABD ile anlaşamazsak, ilerleme kaydetmemiz kesinlikle mümkün değildir»

Ancak Küba halkının sefaletini giderip, halkı biraz olsun rahatlatabilmek için alınan önlemler Amerikan kapitalistlerinin çıkarlarını tehlikeye atıyordu ve onları rahatsız etti. İktidara gelmesinden birkaç ay sonra daha önce ilan edilen tarım reformuna girişildi. Büyük toprak sahiplerinin nadasa bıraktıkları ve Batista’nın yüksek düzey kadrolarının sahip oldukları topraklar, kooperatiflerde gruplaşan köylülere dağıtıldı.

ABD, bu ihtiyatlı uygulama karşısında hemen harekete geçti. Rejimi tanımadı ve misilleme önlemler ilan etti. İlk planda da Küba şekerinin büyük bir bölümünün ithalatını durdurdu. Rejim ise, United Fruit Company (Birleşik Meyve İşletmesi) gibi büyük Amerikan şeker işletmelerinin topraklarını kamulaştırarak bu duruma cevap verdi. Hızla, nadasa bırakılan topraklar işletilmeye başlandı. Bu durum ve ürünlerin çeşitlendirilmesi sayıları giderek artan köylülere yiyecek ve iş olanakları sağladı. Böylece köylüler rejime bağlandılar.

Daha sonraki aylar boyunca, Castro’nun ABD ile ilişkilerin iyileştirilmesi konusundaki birçok girişime rağmen, ABD hükümetiyle ilişkiler daha da sertleşti. Yeni Küba rejiminin hemen her yerde, özellikle de Latin Amerika kitlelerinde yarattığı sempati, bu ilişkinin sertliğini daha da arttırdı. Kübalı yöneticiler hedeflerini tekrarlıyorlardı: «Ne komünizm ne de kapitalizm». Castro, “müziğimiz kadar Kübalı olan, Kübalı, yerli bir devrim” diyordu. Milliyetçi ilhamları olan ve müdahaleye hayırı kendisine ilke edinen Castro, 1959 yılında yaptığı bir konuşmada: “Bize devrimin ihraç edilmesi gerektiğine inanıp inanmadığımız soruldu. Hayır, cevabını verdik” ifadesi üzerinde ısrarla duruyordu.

Ancak bu ABD’ye güven vermekten uzaktı. Küba’daki olaylar, Nikaragua’da, Panama, Haiti ve diğer ülkelerde bulaşıcı olup bu ülkelere de kolayca yayılabilecek bir örnekti.

Radikal milliyetçilik

Castro’cu rejim, sınırlı da olsa toprak reformu sayesinde kitlelerin gözünde sempati kazandı. Ayrıca da okuma yazma bilmemeye, konut yokluğuna, yetersiz beslenmeye, malzeme yokluğuna ve sağlık bakım ve tedavinin eksikliğine karşı hızla başlatılan mücadele sayesinde, bu sempati daha da arttı. Böylece herkes için bir sağlık sisteminin kurulması, bugün hala Küba’nın, doktor eksikliği çeken Latin Amerika ülkelerine doktor göndermesini sağlıyor.

Castro, Küba Adası ile yaptığı ticareti önce sınırlamaya çalışan, daha sonra da tamamen kilitleyip durduran ABD karşısında boyun eğmedi. Kübalı yöneticiler, bu baskı altında, ekonomik dar boğazdan kurtulmak için, SSCB’ye doğru döndüler. SSCB Küba’ya 1960 Temmuz ayından itibaren Amerikan emperyalizmi tarafından reddedilen ekonomik yardımı sundu. Texaco, Standard Oil et Shell isimli İngiliz ve Amerikan rafinerileri, ABD’den değil ama SSCB’den satın alınan petrolün arındırılmasını işlenmesini reddedince Küba hükümeti direndi ve bu şirketleri millileştirmekte tereddüt etmedi. Karşı cevap gecikmedi: 1960 Ekim ayında, Amerikan hükümeti genel ambargo koymaya karar verdi ve bu ambargo hala yürürlükte.

Küba varlığını sürdürebilmek için, kaderini SSCB’ye sıkı sıkıya bağlandı. Castro, komünist olduğunu keşfetti ve bu durum onun rejiminin, komünist diktatörlüklerin sonuncusu olarak sunulmasına neden oldu.

Bugün Castro’nun iktidara gelmesinden 50 yıl sonra rejim hala varlığını sürdürüyor.

Küba, kuşkusuz yoksul bir ülke olarak kalıyor. SSCB’nin yok oluşu da ada için ekonomik felaket anlamına geldi. Ülke, demokrasinin hüküm sürmesinden çok uzak. Ancak ABD, ülkeyi bu nedenle kınamıyor, çünkü ABD daha kötü rejimleri bile destekliyor. ABD emperyalizminin Küba rejimini kınamasının nedeni, kendi istemlerine boyun eğilmemesi. Ancak işte bunun için, rejimi ne kadar eleştirirsek eleştirelim, emperyalizmin baskısı karşısında sadece Küba halkıyla dayanışma içinde olabiliriz. LO (9.01.2009)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Arşiv  Site yaşamını izle Arşiv 2009  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi Sayı : 128 - 7 Şubat 2009  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi’nin Sözü   ?