Sinif Mucadelesi

Kapitalist ekonominin genel krizine doğru

Perşembe 13 Kasım 2008

Eylül ayından bu yana kapitalist ekonominin krizi yayılıp, büyümeye başladı. Artık kimse bu krizin Ekim 1929 krizi boyutlarına eriştiğini inkar edemiyor.

Mali fırtınanın yayılma hızı baş döndürüyor. Paniğe kapılan devlet idarecileri ne yaparlarsa yapsınlar kriz büyümeye devam ediyor. Bir devlet tutuşan bir bankaya milyonlar vererek kurtarır kurtarmaz hemen ardından yeni bir banka alevlere kapılıyor. Büyük bir banka çöküşü olmadığında ise, borsalar inişe geçiyor.

Tarih belki de krizin başlangıcı olarak 8 Ağustos 2007’yi kabul edecek. İşte o gün, aylardan beri ABD emlak sektörünün basit bir krizi olarak görülen kriz, artık bir dünya mali krizi olarak ortaya çıktı.

Şunu hatırlatmakta yarar var, ödenmesi olanaksız duruma düşen borçlar bazı hisse senetlerini “zehirledi” ve bu olay bankalar arası güvensizliği doğurdu. Üstelik artık bütün hisse senetlerine şüpheli gözle bakılmaya başlandı. Bu da bütün bankaların birbirlerine güvensizliği getirdi.

Bütün bankalar her gün kendi aralarında farklı türlerde önemli miktarlara varan işlemler yapıyorlar. Güven kaygısı sonucu olarak ortaya öyle bir abes durum çıktı ki, farklı şekilde birikmiş devasa miktardaki paraya rağmen işlemler için para kıtlığı başladı. Yıllardan beri bankalara bazı garantiler karşılığında kredi veriliyor ve aşırı derecede yüksek faiz isteniyor. Banka sisteminin bugünkü çarpık işleyişi bile merkez bankalarının damla damla verdiği paralarla oluyor.

Kriz, başından beri farklı kollarda gelişti. Son yıl boyunca gelişen emlak krizi, mali krize eklendi, ek olarak da petrol krizi ve hatta daha genel olarak hammadde ve gıda krizi eklenip üretim ekonomisinde durgunluk başladı. Aslında kriz bir bütün oluşturuyor. Bu bütünün belirli parçaları bazen farklı kanallarda gelişiyor, bazen de iç içe geçerek sürekli bir şekilde birbirini etkiliyor.

Örneğin önce ABD’de emlak krizi olarak ortaya çıkan kriz, direk petrol hammadde ve hatta gıda krizini başlattı. Çünkü emlak sektörünü terk etmek zorunda kalan paralar, gıda ürünleri dahil, hammadde alanına aktılar ve ani fiyat fırlamalarına yol açtılar.

Ekim ayı başında krizin artık kapitalist ekonominin genel bir krizi olduğu ortaya çıktı. Bu krizde, 1929 krizinden farklı olarak büyük emperyalist devletler hammadde, mali sermaye ve onların da ötesinde kapitalist sınıfın imdadına koştular. Ama şu ana kadar başarısız kaldılar…

Krizin Eylül ayından itibaren bir şekilde büyümesi, 7 Eylül’de ABD hükümetinin iki dev kuruluş olan Fannie Mac ve Freddie Mac’ın devlet denetimi altına alınmasını, yani devletleştirilmesini ve 15 Eylül’de Wall Street’in en büyük bankalarından biri olan Lehmen Brothers’in iflasını getirdi. Dev sigorta şirketi AIG ise kıl payı kurtuldu. Bu kurtarma işlemlerinde başta ABD olmak üzere büyük emperyalist devletler ekonomik kanallara devasa miktarlar artardılar.

ABD devletinin ilk müdahaleleri ABD maliyesine 1.050 milyar dolara mal oldu (bunun 700 milyar doları bankalardan zehirli hisse senetlerinin satın alınması için Paulson planı çerçevesinde harcandı). Hatırlatmakta yarar var, ABD Merkez Bankası’nın rezervleri 800 milyar dolardır.

Diğer emperyalist devlet merkez bankaları da geri kalmadı. Örneğin, Avrupa Birliği Merkez Bankası ve Japonya Merkez Bankası da 170 milyar dolar civarında para harcadılar ve bu harcama devam ediyor. İngiltere hükümeti ise, 250 milyon İngiliz sterlini harcadı.

Bu siyaset, alçakça ve şiddet dolu bir sınıfın siyasetidir. Burjuvazinin “krizden kurtulma” adına uyguladığı siyaset, kitlelere krizin bedeli kadar bir bedel ödetecek. Krizin oluşmasında sorumluluğu olanlara ödenen miktarların faturası yine kitlelere ödetilecek. Bütün hükümetlerin hedefi krizin yol açtığı genel güvensizliği bir an önce durdurmaktır. İş dünyasında artık kimse kimseye güvenmiyor. Bankalar birbirlerine kredi vermedikleri için borsa pusulayı şaşırıyor. Borsaların çöküşü ve kredi olanaklarının neredeyse sıfırlanışı işyerlerine büyük darbe vuruyor.

Devletler sürekli olarak piyasaya para döküyor. 1929’da birkaç günde, yani “kara Perşembe” günü olduğu gibi borsalar aniden yüzde 40 değer kaybetmedi ama zamana yayılmış sürekli bir çöküş yaşanıyor.

Kapitalist düzende krizler bir abeslik değil. Çünkü, ekonomi kendisini ancak bu krizler yoluyla düzeltir. Yani keşmekeş işleyen kapitalist ekonominin bir pusulası yoktur. Her kapitalist kendi bildiği gibi hareket eder, sadece kendi çıkarı ve kârı peşindedir ve bu da kısa vade ile sınırlıdır.

Yani başka bir şekilde ifade etmek gerekirse kapitalist düzende mantık dışı olan, kriz dönemleri değil, kriz kapitalist düzende normaldir. Eriştiğimiz gelişme seviyesine göre insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan bir düzene göre kapitalist düzenin kendisi mantık dışıdır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki göreceli büyüme dönemi sonu ile ekonominin ağırlıklı olarak mali sektöre kaymasının eş zamanlı olması bir rastlantı değil.

Pazarlarda artık göreceli ürün çokluğu ve diğer yandan ortalama kâr oranının düşüşe geçişi sonucu büyük sermaye, kâr oranını koruyabilmek için emekçilere karşı saldırıya geçti.

Refah dönemi diye adlandırılan yaklaşık 30 yıl boyunca mali sektör üretim sektörüne göre giderek daha da büyüdü. Ardından da gerek genel gerek farklı sektörlerde krizler artmaya başladı. Her defasında krizler belirli bir seviyeye ulaşıp durdular. Ama her defasında ardından yeni krizler ortaya çıktı. Ve 2000-2001 yılarından sonra mali sektörün şişkinliği daha hızla arttı.

Mali sektörün krizi artık üretim ekonomisine sıçradı. Şimdiden inşaat, otomotiv ve gittikçe tekstil işkolları etkileniyor. Kitlelerin satın alma gücünün gerilemesine artık kredi alabilmenin önemli ölçüde zorlaşması ekleniyor. Mali kriz arttıkça ekonomik durgunluk daha da artacak.

Bu ortamda büyük emperyalist ülkelerdeki farklı partiler, sözde muhalif olmalarına karşın hepsi devletin müdahale yöntemlerinde hemfikir. Örneğin, ABD’de hem Demokrat Parti hem de Cumhuriyetçi Parti, Bush hükümetini destekledi. Aynı şekilde Fransa’da Sosyalist Parti, birkaç şekilsel eleştiri dışında Sarkozy hükümetini destekliyor.

Bugün devletlerin, devlet kasalarından aktardıkları milyarlarca doların harcanmasına devletleştirme diyenler var. Bunu devletleştirme diye algılamak Bush ve Sarkozy’nin kutsal ittifakına ve onları destekleyen küreselleşme karşıtlarından tutun da sosyal demokrat liderlere kadar varan yelpazeye katılmak demektir.

Devletlerin farklı biçimlerde aktardıkları paralar, hatta devletleştirmeyle para aktarmaları aslında özel sermayeye para aktarma yöntemlerindendir.

Emekçilerin savunabileceği tek devletleştirme biçimi, sermayedarlara hiçbir kuruş ödemeden yapılması gereken toplumsallaştırmadır. Bu ise ancak işçi sınıfının seferber olup, dayatmasıyla mümkündür. Bugün, kapitalizmin en büyük uşakları bile “denetimden” ve “ayarlamadan” (regülasyon) söz ediyorlar. Ama emekçilerin ve yoksulların çıkarları için tek doğru hedef bütün banka ve mali kuruluşların hiç tazminat ödenmeden ve emekçiler ile toplumun denetimi altında olacak bir banka şeklinde merkezileşmesidir.

Troçki’nin 1938’de Geçiş Programı’nda yazdığı şu satırlar bugün güncelliğini koruyor: “Emperyalizm finans kapitalin hakimiyeti demektir. Tröst ve holdingler yan yana ve çoğu kez onların da üzerinde, bankalar ekonominin gerçek komutasını ellerinde yoğunlaştırırlar. Bankaların yapısı, modern sermayenin tüm yapısının yoğun bir ifadesidir: Tekelleşme eğilimleriyle anarşi eğilimlerini birleştirir. Bir yandan teknoloji mucizelerini, dev işletmeleri ve güçlü tröstleri örgütlerler, öte yandan hayat pahalılığını, bunalımları ve işsizliği yaratırlar. … kapitalist anarşiye karşı mücadelede tek bir ciddi adımın atılması, bankaların hakim dorukları yağmacı kapitalistlerin elinde bırakıldıkça olanaksızdır. Tüm halkın gereksinimlerine uygun, akılcı bir planla bütünleştirilmiş bir yatırım ve kredi düzenini yaratmak için bütün bankaları tek bir ulusal kurum altında birleştirmek gereklidir. …

Bankaların kamulaştırılması hiç de banka mevduatlarının kamulaştırılması demek değildir. Aksine, tek bir devlet bankası, küçük mevduat sahiplerine özel bankalardan çok daha ayrıcalıklı koşullar sağlayabilecektir. Aynı şekilde, ancak devlet bankası çiftçiye, esnafa ve küçük tüccara elverişli yani ucuz kredi koşulları sağlayabilir. Ancak daha da önemli olanı, en başta büyük sanayi ve ulaşım olmak üzere, tüm ekonominin tek bir mali kurmayca yürütülmesinin işçilerin ve bütün emekçilerin hayati çıkarlarına hizmet edecek olmasıdır.

Ama bankaların devletleştirilmesiyle bu yararlı sonuçların alınabilmesi ancak bizzat devlet iktidarının sömürücülerin elinden emekçilerin eline geçmesiyle gerçekleşebilir.” LO (Ekim 2008)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Arşiv  Site yaşamını izle Arşiv 2008  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi Sayı : 125 - 7 Kasım 2008  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi’nin Sözü   ?