Sinif Mucadelesi

2017 - Dünya ekonomisi krizde Ekonominin bitmek bilmeyen krizi

Perşembe 2 Mart 2017

45’inci Kongremizi yapacağımız hafta sonunda hükümetin 2015 bölgesel seçimlerine karar vermesi, kongreyi 12-13 Mart 2016’ya ertelememize sebep oldu. Böylece 46’ıncı kongremiz bir öncekinden yaklaşık 9 ay sonra yapılmak zorunda kaldı.

Bu metin Mart ayından bu yana gelişen önemli değişikliklere değiniyor.
Kapitalist ekonomik krizin ekonominin mali sektöre gittikçe daha fazla bağımlı olmasından ötürü gelişen tehditlerinin en belirleyici özelliklerinde son 9 ayda temel bir değişiklik olmadı. 2007-2008 mali krizinden sonra oluşan tehditlerin, bu defa çok daha büyüyerek ve çok daha feci tekrarlanması gündemde olmasına rağmen, bu güne kadar böyle bir felaket olmadı.

Ekonominin mali sektörün daha da etkisi altına girmesi konusunda Mart ayında yazdıklarımız hala geçerli. Kapitalist ekonominin krizinin büyümesiyle birlikte, aşırı derecede genişleyen mali sektörün uzun zamandan beri devamlılığını koruyabilmesinin sebebi, büyük sermayenin durgunlaşan pazarlara ayak uydurmasıdır.

Bu durum, daha önce de gözlemlediğimiz gibi, 2008 banka krizinden sonra hızlandı: “Büyük emperyalist güçler, 2008 banka krizinden sonra, Başta ABD Merkez Bankası (FED), ardından İngiltere Merkez Bankası, Japonya Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası (AMB), diğer bankaları kurtarmak için çok büyük seviyelerde karşılıksız para bastı. (…) Merkez Bankaları, yine aynı şekilde, uyguladıkları faiz oranlarını, yani özel bankalara uyguladıkları kredi oranlarını o kadar düşürdüler ki neredeyse faizi sıfır seviyesine indirdiler. Sonuç olarak mali sektör, neredeyse bedava ve sınırsız miktarda kredi alma olanağına kavuştu.”

Merkez Bankalarının ekonomiye para akıtması son aylarda da durmadı, hatta arttı. Avrupa Merkez Bankasının verilerine göre temmuz 2015 ile temmuz 2016 arasındaki bir yıllık dönemde, avro bölgesindeki para miktarı 523 milyar (%4.9) artarak 10 bin 591 milyardan, 11 bin 114 milyara tırmandı.

Avrupa Merkez Bankası geçtiğimiz yazdan itibaren, en riskli olanlar dahil, devletlerin borçlarını almakla yetinmeyip artık şirketlerin borçlarını da satın alıyor. Yani hisse senetlerini satın alıyor. Bu uygulamanın başladığı 8 hazirandan 29 temmuza kadar Avrupa Merkez Bankası ve ülkelerin merkez bankaları, toplam 13.2 milyar avroluk hisse senedi satın alarak mali pazara sürmüş oldular.

Le Monde gazetesinin 9 ekim tarihli ekonomi sayfasında; “Merkez bankaları pazarları kurtardı” diye bir değerlendirme yapıldı. Ek olarak; “Merkez bankaları tepkilerini hemen gösterdi; yaratıcılar, ekonomiyi çöküşten kurtarmada çoğu zaman tek başına. Ancak bu çare, hastalıktan daha kötü olmayacak mı?” sorusunu sordu. Mali çevrelerin endişelerini de gündeme getirmek için büyük burjuvazinin uluslararası bir kurumu olan IMF’den bir alıntı aktardı: “Dünyadaki borç miktarında tehlikeli bir gelişme yaşanıyor; kamu sektörü ve özel sektör dahil -yani mali sektör dışında kalan- borç miktarı, şimdiye kadar görülmemiş seviyeye tırmanarak yeryüzünde yaratılan toplam zenginliğin iki katına çıktı!”

ABD Merkez Bankasının bu gidişatı yavaşlatmak istediği düşünülüyor; çünkü faiz oranlarını artırarak para basmayı yavaşlatmak eğiliminde davranıyor. Aslında yaptığı tek şey krizi ileri bir tarihe atmak. ABD Merkez Bankası para yöneten çevrelerin kredi ve borçlara uyuşturucu gibi bağımlı olduğunun çok iyi bilincinde ancak para akışını ani bir şekilde tamamen durdurmanın da feci sonuçları olacağını biliyor.

Avrupa Merkez Bankasına gelince; eski uygulamaları devam ettirmekte ısrarcı gözüküyor. Sanayi üretimi, ABD’deninkinden çok daha fazla gerilemesine rağmen, piyasaya farklı şekillerde aşırı miktarda para sürüyor.

Son ekonomik krizin başlangıcında şunu görüyoruz: Piyasaya sürülen para miktarının arttırılmasının, yatırım yapma yoluyla şirketlerin üretimini arttırmasını ve istihdam alanları yaratmasını teşvik etmek için gerekli olduğu anlaşıldı. Ancak bugün baktığımızda, pazara sürülen bunca para, üretim yatırımlarına gitmedi. Para, mali sektörün eline geçti ve o da büyük sermayenin kârını artırmak için kullandı. Büyük sanayi ve mali gruplar, elde ettikleri kârı, hissedarlarının paylarını bazen de birbirlerini satın almak için kullandı.

Hiçbir emperyalist ülkede, yatırımlar, 2008 mali krizi öncesi seviyeyi yakalayamadı. Hatta üretimi arttıran bazı sektörler, istihdamı arttırmadan bunu aynı sayıdaki emekçileri daha çok sömürerek, bazen tam tersine yani işçi çıkararak daha az sayıda, iş güvencesi olmayan emekçileri daha az parayla daha çok çalıştırarak yaptı.

Örneğin Fransa’da kriz öncesi yıl olan 2007’e göre sanayi üretiminde gerileme oldu.

Gerileme aynı oranda Almanya ve İspanya’da da oldu ve hatta İtalya’da %20’ye tırmandı.

Üretim kapasitesinin kullanılma oranlarına bu açıdan bakıldığında aynı durum göze çarpıyor: Fransa’da üretim kapasitesi kullanma oranı 1976-2015 döneminde, yani dünya ekonomisinin bazen yavaş bazen de sert bir krize yakalandığı dönemde, %84.5 iken, 2016’da %80.8’e indi.

Hatta dünya kapitalist ekonomisini durgunluktan çıkaracağı iddia edilen gelişmekte olan ekonomiler (Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika…) lokomotif rolü oynamadı ve buralarda da üretimdeki yatırım oranlarında düşüşler yaşandı.

Mali sektörün asalaklığı, üretim sektörünün aleyhinde yayılıyor ve böylece mali sektör, üretilen artı değere daha fazla oranlarda el atıyor.

’Yeni küreselleşme’ taraftarı Nobel ödüllü ABD’li iktisatçı Joseph Stiglist, avro bölgesindeki üretimin (GSMH) “yaklaşık 10 yıldan beri durgunlaştığını ve 2015’te, 2007’dekine göre sadece %0.6’lık bir ilerleme kaydettiğini” söylüyor. Şunu eklemek gerek; GSMH ürün ile hizmet üretiminden daha muğlak bir kavram çünkü spekülatif “değerleri” kapsıyor.

Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Genel Müdürü eylül 2016 başında şunu açıkladı: “Dünya ticaretindeki feci gerileme alarm sinyalleri veriyor ve bu durum çok tehlikeli.” Gerileme, hem üretimdeki gerileme hem de giderek büyüyen korumacılık anlamına geliyor. Les Echos gazetesi, “son iki yıldaki genel eğilimin, verilen sözlere rağmen (…), dış ticareti engellemek için duvarların örülmesi yönünde” olduğunu belirterek, “bazı ülkelerin ithalatlarını sınırlayıp ülke içi üretimi artırmak için (…) kendi paralarının değerini düşürme siyasetini güttüklerini” yazıyor.

Bundan tam bir yüzyıl önce Lenin, “Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm” kitabında “mali oligarşinin” büyük şirketler ve bankalardan oluşan güçlü tekelleriyle toplumun üzerinde mutlak diktatörlük kurduğunu yazmıştı.

Yaşanmakta olan krize rağmen, büyük burjuvazinin zirvesini oluşturan oligarşinin ağırlığı arttı; daha doğrusu tekelleşme sayesinde büyük burjuvazi, artan serveti aracıyla hem mutlak hem de göreceli olarak burjuvazinin diğer kesimlerine göre daha belirleyici oldu. Bu gidişat başka bir ortamda da burjuvazinin kâr oranını artırmak için işçi sınıfına karşı her zaman yürüttüğü sınıf mücadelesi ortamında da yaşanıyor. Sonuçta, sermaye sınıfına göre emekçilerin ulusal gelirden aldıkları pay her geçen yıl azalıyor.

Mali oligarşinin hakimiyetinin artmasıyla imkanlarını genişleterek daha fazla baskı uygulaması, ekonomiyi ciddi seviyede asalaklaştırıyor.

Bu asalaklık, sadece nicelikle, yani mali sektörün üretimden gelen artı değerdeki payını artırmakla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda mali sektörün işleyişinde ve üretim ile ilişkisinde sürekli değişik yapıyor.

Deutshe Bank’ın yaşadığı macera, hem son dönemdeki banka sisteminin hem de mali krizin oluşturduğu büyük tehlikenin bir ifadesi.

Deutshe Bank, Almanya’nın en büyük özel bankası. Cirosu, İtalya’nın ülke içi üretimi (GSMH) kadar. Yani dünya çapındaki en büyük bankalardan biri. Deutshe Bank’ın çökmesi, zincirleme etkisiyle tüm Avrupa bankalarına sayısız tahribat yapar ve bunun etkisinin, tüm dünyadaki bankacılık sistemine yansıması, 2008’de Lehman Brothers bankasının iflasının yol açtığı tahribatlardan çok daha büyük olur.

Deutshe Bank, bir buçuk yüzyıldan fazla bir zamandan önce sanayileşmeyi geliştirmek için kurulmuştu. Hatta göreceli olarak son zamanlara kadar bu işlevini yerine de getiriyordu. Ancak son zamanlarda, mali işlem akıntısına kapıldı.

Örneğin 1 Ekim 2016 tarihli Le Monde gazetesine göre banka “dünyanın riskli en büyük mali kuruluşu oldu” ve esas sermayesi artık “en riskli hisse senetleri, (2007 krizinin zeminini oluşturan “yan ürünlerin” değerlerinin banka tarafından doğru yapıldığı bilinmiyor).” Gazete şunu ekliyor; “patlamaya hazır bu durum piyasalar tarafından uzun zamandır biliniyor.”

Yani bankanın idarecileri dahil hiç kimse, bankanın gerçek sermayesinin ne kadar olduğunu bilmiyor. Burjuva yöneticileri ve ekonomi danışmanları, bankanın “iflas etmesi mümkün olmayan büyük bankalardan” olduğuna inanıyor. Oysa iflas ederse zincirleme iflaslara yol açıp tüm dünya mali sektörünü de iflasa sürükleyecek.

Beklenen mali krizde, 2008’de kullanılan çarenin, yani sürekli karşılıksız para basarak büyük bankalara istedikleri kadar -hatta sınırsız- para vermenin krizin atlatılmasına yetip yetmeyeceği bilinmiyor.

2008 mali krizinin hangi mekanizmalarla geldiği incelendiğinde, çok tehlikeli yeni bir krizin gelme olasılığı kesin gibi.

Kapitalist ekonomide, dünya mali sisteminin çalışması, özellikle de bankalar arasındaki ilişkiler, büyük ölçüde güvene dayanıyor.

2008’de şunu gördük; büyük bankaların kendi aralarında sahip oldukları hisse senetlerine ilişkin güvensizlik başladığında, bu güvensizlik ortamı bankalar arasındaki sermaye akımını yavaşlattı hatta durma aşamasına getirdi. Bankalar arasında veya mali pazarlarda her gün yapılan işlem hacmi yüz milyarlara varıyor. Yani bir şekliyle “vücuttaki kan dolaşımına” benziyor.

Şu ana kadar, temel olarak Deutshe Bank etkilenmiş gibi görünüyor ve hisse senetleri bu yüzden, yılbaşından bu yana değerinin yarısını yitirdi. Ancak ikinci büyük Alman bankası olan Commerzbank da krizden etkilendi. İtalyan bankaları, riskli borç yükü altında çöküş aşamasında. Monte dei Paschi di Sienna (MPS) isimli küçük bir İtalyan bankası da iflas eşiğinde. Küçük olması nedeniyle, özellikle Deutshe Bank göre, riskin az olduğu sanılabilir ama çok anlamlı. Çünkü bu İtalyan bankası, dünyanın en eski bankası olup 15’inci yüzyılda kuruldu ve kapitalist düzenin başından beri, bütün fırtınalı ve çirkin dönemlerinden geçmeyi başararak bunama aşamasına kadar geldi.

Bir zincirleme iflas sonucu sistemin tamamen çökme riski o kadar yüksek ki IMF’nin kendisi, Avrupa banka sistemindeki çürük borç miktarının 900 milyar dolara tırmandığını belirtiyor (şunu hatırlatalım; Fransız devletinin tüm geliri 388 milyar avro, yani 422 milyar dolar).

Mali sektörün artık sürekli sarsıntı geçirmesi ve giderek daha tehlikeli hale gelmesi, şunu açıkça gösteriyor; 2008’de banka sisteminin kurtarılması, temel sorunu çözmedi, çözemezdi, çünkü temel sorun ekonomik krizin kendisi. Çözüm, sadece mali krizin boyutlarını büyüttü.

2007-2008 mali krizi, hem burjuva siyasi liderleri hem de mali çevreleri gafil avladı.

Mali krizin başlangıcı ve gelişimi, mali sistem yöneticilerinin ve sözü geçenlerinin, nasıl bir paniğe kapıldığını gözler önüne serdi. 2007’de bazı bankalar sıkışıp faaliyetlerini durdurmak zorunda kalınca, büyük banka müdürleri, bakanlar, devlet ve hükümet başkanları dahil(!) gerçekleri inkar ettiler ve farklı ülkeler çelişkili kararlar aldı. ABD yetkilileri, o dönemin en büyük bankalarından olan Lehman Brohters’ı iflastan kurtarmadı. Çok liberal İngiliz mali sistemi, ülkenin sekizinci büyük bankası olan Northern Rock’ı, müşterileri 2 gün içerisinde 3 milyar çektiğinde iflas aşamasına gelince, devletleştirdi.

Sonuçta genel bir paniği engellemek için merkez bankaları kredi vanalarını sonuna kadar açtı.

Sonraki yıllarda, önlem amaçlı bir sürü karar alınmasına rağmen, önümüzdeki kriz öncekilerden daha feci şekilde bu süslü çevreleri gafil avlayacak. Çünkü mali sistem, sürekli değişime uğruyor.

Sırayla önce mali müfettiş ardından Lazard bankasında banka ticari uzmanı, Elysee sarayında danışman ve en sonunda Dünya Bankası Genel Müdürü olan Bertrand Badre, Money Honnie (Nefret Edilen) isimli kitabında şunu anlatıyor; “ krizin temel sonuçlarından biri, bankacıların hakim olduğu bir dünyada yatırımcıların kral olması. Artık uluslararası mali dünyaya, emeklilik kasaları, sigortacılar, vurgun fonları ve diğer sermaye yöneticileri belirleyici (yakında 100 katrilyon doları idare edecekler)“. Bir de şunu ekliyor; “ uluslararası mali sistemde bu yatırımcıların ağırlığı, bankacılardan daha fazla, merkezileşmeleri daha güçlü ve aralarındaki bağlar daha yoğun (…). Bugün dünyada biriken parayı idare eden yirmiye yakın dev şirketleri var. Örneğin BlackRock şirketi (idare ettiği sermaye 5 katrilyon) veya Fransız Amundi ve Natixis (her birinin idare ettiği sermaye bir katrilyon)”.

Bu iktisatçı-bankacı kendi sorduğu soruya cevap vermiyor ve boş yuvarlak laflarla geçiştiriyor.

Ama bu panik şeklindeki gözleminin temelinde bir çarpıklık var. Bir oranda denetim altındaki banka sistemi ve mali işlem yapan fonlar, aynı mali sermayenin iki farklı yüzüdür. Deutsche Bank gibi bir saygın iş bankasının, nasıl bir vurgun yuvasına dönüştüğü çarpıcı bir örnek. Biriken üretim kârı, bin bir yolla mali oligarşinin hizmetine sunanlar, kendi kadroları. Örneğin Deutsche Bank, sermayesini spekülasyonda kullanmak için Goldman Sachs’ın üst düzen kadrolarının bazısını transfer etti.

Büyük vurgun fonları, zengin kişilerden ve daha çok sanayi grupları ve farklı mali çevrelerden gelen devasa parayla faaliyet yapar. Bu olay büyük sermayenin “daha üst düzeyde sosyalleşmesidir.” Ancak sosyalleşme, özel sermaye temelinde oluyor. Bu durum tekelleşmiş kapitalizmin çelişkilerini artırıyor, çünkü serbest rekabet temelinde devam etmesi gerekirken tam zıddına dönüşüyor. Rekabeti azaltmıyor aksine Lenin’in açıkladığı gibi: “Tekeller, yok etmiyor. Tekeller, rekabetin üzerinde ve yanında varlıkları koruyor; çelişkilere, sürtüşmelere ve çok şiddetli çatışmalara yol açıyor.”

Şirket evlilikleri ve birleşmeleri, en somut örnek. Bir grup sanayicinin veya mali şirketin diğerlerini ele geçirme girişimlerinin artışı ve bunun için seferber ettikleri para miktarlarının eriştiği çılgınlık bunu gösteriyor. Son haftalarda (Eylül-Ekim), GDO şirketi Monsanto’nun kimya devi Bayer tarafından 34 milyar dolar harcanarak yutuldu. Başka örneklerde harcanan miktar 10 ile 40 milyar dolar arasında. Hatta daha fazla paranın seferber edildiği örnekler var: Telekom lideri ABD’li AT&T 110 milyar dolar harcayarak Time Warner’e (CNN, HBO kanal ve sinema stüdyoları) el koydu! Hızlı internet hizmetlerinde, konteynır nakliyatı gibi alanlarda vb. başka örnekler var.

Bu gruplar, giderek daha çok para kazanıyor ama parayı üretim yatırımlarında kullanmıyor. Kredinin ucuz olması iştahlarını kabartıyor. En zengin gruplar, diğerlerini yutmak için daha fazla borçlanıyor. Deyim yerindeyse yılan kendi kendini sokuyor.

Kriz, rekabetin şiddetlenmesi yani büyük sanayi ve mali grupların kendi aralarındaki yürüttüğü savaş demek. İşte bu ortamda büyük gruplar ve emperyalist güçler, ’hodri meydan’ deyip kozlarını paylaşır. Tekellerin oluşması nasıl rekabete son vermediyse, emperyalist düzendeki küreselleşme de emperyalist güçler arasındaki ekonomik savaşa son vermedi.

Şirketler arasında daha rekabetçi olma yarışının arkasında, burjuvazinin işçi sınıfına karşı tüm ülkelerde verdiği savaş var. Bu savaşın amacı, toplam artı değeri arttırmak olduğu için sonuçta işçi sınıfının, ücret yoluyla aldığı pay azalıyor ve yaşam şartları kötüleşiyor.

Aynı zamanda bu durum, burjuvazinin kendi arasında verdiği savaşın da ifadesi. Bir sanayi grubunun veya bir ülkenin rekabet edebilme konumunu arttırmasına ilişkin laflar tümüyle sahtekarlık. Bir şirketin, bir kapitalist grubun veya bir ülkenin rekabet edebilmesinin kriz üzerinde hiçbir etkisi yok. Yalnızca rekabete etkisi var.

Burjuva siyasetçileri, başarılı bir ülkeyi örnek gösterdiklerinde, bu, ülkenin krizi yendiği anlamına gelmiyor; sadece ülkenin geçici olarak diğer ülkelerin aleyhinde kendi gemisini kurtardığını ifade ediyor.

Yürütülmekte olan ekonomik savaşta, Avrupa burjuvazisi, ABD burjuvazisi gibi, tek ve birleşik bir devlete sahip olmadığı için kendi içinde birbirine rakip halde.

Ekonominin küreselleşmesi, devlet aygıtlarının önemini ortadan kaldırmadı; tam aksine, uluslararası rekabetten dolayı hem etki alanını hem de önemini arttırdı.

Gittikçe şiddetlenen ekonomik savaşta Avrupa burjuvazisi, tarihi görevlerini yerine getirip Avrupa ölçeğinde tek bir devlet aygıtı oluşturmamanın bedelini ödüyor. Avrupa Birliği, temel olarak, ortak bir pazar olmaktan daha ileri gidemediği için Avrupa pazarı, Avrupa’nın büyük sanayi ve mali grupları kadar ABD gruplarına da olanak sunuyor.

Yaşadığımız emperyalist dönemin özelliklerinden biri en güçlü tröstlerin devletlere egemen olmasıdır.

Sürdürülmekte olan ekonomik savaşta sanayi ve finans grupları; diplomasi, devletin askeri gücü, siyasi-ekonomik casusluk (büyük kulaklar) ile iç içe. ABD’nin NSA istihbaratının, Merkel’in özel telefonlarını bile dinlemesi, söylenti değil.

ABD büyük burjuvazisi, tüm alanlarda, ABD devlet aygıtından sonuna kadar yararlanabiliyor ama Avrupa burjuvazisi, sadece kendi öz devlet aygıtlarından yararlanabiliyor. Üstelik Avrupa Birliği içerisinde kendi aralarında rekabet halindeler.

Ekonomik savaşta, Avrupa Birliği savunma pozisyonunda ve etkili olamıyor. Sadece ABD’ye karşı değil, Çin gibi ülkelere karşı da etkisiz.

Reformistler, Melenchon’dan aşırı sağa kadar Fransa’nın egemenliğini savunanlar, Avrupa Birliği ile ABD arasındaki ticaret serbestliği analaşmasına (NAFTA) ve buna benzeyen Kanada anlaşmasına (CETA) karşı çıktıkları için gerçekten gülünçler. Bu anlaşmalar, kapitalist ülke eşkıyaları arasındaki güç dengesine resmiyet kazandırmaktan başka bir şey değil.

Aynı şekilde Fransa’da veya İngiltere’de, “Avrupa çok ileri gidiyor” söylemleri tutturan bazı çevreler demagoji yaparak ne kadar gülünç olduklarını ortaya koyuyor. Çünkü Avrupa burjuvazisinin ekonomik alandaki en büyük yetersizliğinden biri, Avrupa ekonomisi ölçeğinde tek bir devlet aygıtı oluşturmayı başaramayışı.

Daha da genelde, ülke sınırları içerisine kapanmayı savunan ulusalcılar -hem sağda hem de solda-, yüzyıllarca süren küreselleşmeden sonra oluşan dünya kapitalizminden geriye yani başlangıca dönülebileceğini savunuyor. Tamamen aptallık.

Küreselleşme, kapitalist ekonominin çılgınca büyüdüğü gençlik ve erginlik yaşının bir gerçeği ve kapitalist üretim şeklinin insanlığa yaptığı en önemli katkı. Kapitalizmin özel mülkiyet temellerinin aşılıp insanlığın daha üstün bir toplum düzeyine ulaşmasını sağlaması böyle mümkün. Kapitalizm temelinde oluşan küreselleşme; emperyalizm, sömürgecilik, dünyanın tekeller arasında paylaşılmasını, bir sürü farklı ulusal baskıyı, çatışmaları ve savaşları getirdi. Artık insanlık için gelecek, mağara devrine geri dönüş yapmak değil, kapitalizmi yıkmaktır.

Giderek artan rekabet, uluslararası ilişkilerdeki gerginlikler ve derinleşen kapitalist ekonominin krizi arasında sıkı bağlar var.

Dolayısıyla son olay sadece bir coğrafi bölge olan Orta-Doğu ile sınırlı değil, şöyle veya böyle, göze çok veya az batsın tüm dünyada. Örneğin hammadde fiyatlarındaki düşüş Venezuela’dan Nijerya’ya kadar, bazı ülkeleri iflasa sürükledi ve bu durum kitleler için feci sonuçlar doğurdu. Silahlı çetelerin çoğalması ve giderek güçlenmesi Sudan’dan Kongo-Kinsaşa’ya kadar, iç savaş ve katliamların artması, hammaddeler üzerinde yapılan vurgunla doğrudan bağlantılı.

Son zamanlarda yapılan bir sürü röportaj, en modern fabrikalarda akıllı telefon üretiminde kullanmak üzere Afrika’da toprağı köstebek gibi kazıp kotlan ve kobalt madeni çıkarmak için metal sanayinde en ilkel yöntemlerin kullanıldığı gösteriyor! Aynı şekilde Afrika’da filleri, gergedanları katleden çeteler arasındaki şiddetli çatışmalar ve bu hayvanların nesillerinin yok olma aşamasına gelmesi ile Güney-Doğu Asya’da türeyen yeni zenginlerin tamamen saçma fikirleri doğrudan bağlantılı. Hayvanların boynuzlarının tozundan elde edebileceklerini düşünenlerle ailelerini açlıktan kurtarabilmek için onları kaçak avlayan yoksul Afrika köylüleri arasında bağ yok mu?

Kapitalist ekonominin krizinin farklı yönleri ile devletler arasında ve hatta ülkeler içinde gerginliklerin artması arasında diyalektik bağ var. Bu siyasi gerginliklerin hatta silahlı çatışmaların, sermaye hareketlerine ve yatırımlarına çok önemli etkileri var.

Toplumdaki krizler ve uluslararası ilişkilerdeki gerginlikler

Uluslararası ilişkiler gittikçe büyüyen istikrarsızlığa sürükleniyor. İstikrarsızlığın yaşandığı yerler çoğalıyor.

Orta-Doğu’da hem ülke içindeki hem de ülkeler arasındaki çatışmalardan dolayı yaşanan acılara, burada yeniden detaylı değinmeyeceğiz.

Ancak, Irak ve Suriye’nin hızla istikrarsızlığa sürüklenmesi, bölgeye sadece çıkarları nedeniyle müdahale eden ABD, Fransa ve Rusya ibi büyük güçlerle sınırlı kalmayıp Türkiye’yi de doğrudan etkiledi. En azından Kürt sorunundan dolayı.

Farklı seviyeden olsa da İran ve Arap yarımadasındaki ülkeler de bu savaşa bulaştı.

Avrupa ve ABD’deki suikastlar da Orta-Doğu’daki savaşın yansıması.

IŞİD’e karşı yürütülen savaşta, sözde müttefik olan farklı güçler arasında da savaş var: Örneğin Türk ordusu ile bazı Kürt askeri güçlerle; bazı Şii ile Sünni silahlı gruplar arasındaki gibi. IŞİD yenilse bile yine farklı rakip güçlerin desteklediği farklı güçler arasında başka savaşlar devam edecek: Örneğin İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Irak ve Suriye savaşa sürüklenecek güçler arasında.

Her ne kadar IŞİD’e karşı yürütülen mücadelede ABD ve Fransa gibi daha küçük güçler arasındaki birliğe Rusya dahil olsa da,başka bir sürü olay ABD ile Rusya arasındaki gerginliği arttırıyor.

ABD, Putin’in Suriye’de onun yerine bazı kirli görevleri yerine getirmesinden hiç de şikayetçi değil. Suriye’yi kanlı bir kargaşaya sürükleyen, Beşar Esad’ı iktidardan devirmek için Batılı güçlerin çevirdiği dolaplardı. Esad’a karşı tek alternatif olarak IŞİD’in ortaya çıkmasından ötürü ABD, Putin’in kirli görevleri yerine getirmesini yani Şam diktatörüne karşı olan tüm muhalefeti, harabelerle ve kitlesel katliamla yok etmeyi kabul etti. Emperyalist güçlerin Halep’in bombalanmasına karşı yaptıkları protestolar ikiyüzlülükten ibaret. Ancak yine de bu durum ABD ile Rusya’nın IŞİD’e karşı birlikte hareket etmelerine rağmen aralarındaki gerginliğin arttığını gösteriyor.

Avrupa’da, Ukrayna sorunu yüzünden ABD ve müttefikleri tarafından SSCB’ne karşı yürütülen kampanya, soğuş savaş seviyelerinde olmasa da ABD ile Rusya arasında gerginlik yaşanıyor.

Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan askeri gerginlikten iki tarafın da çıkarı var. Kremlin, Ukrayna üzerinden Batı’nın kendisini tehdit ettiğini ileri sürerek, özellikle sonbaharda yapılan genel seçimlerde kitlesini etrafında toplamaya çalışıyordu. Bunda başarılı oldu; Putin’in partisi, Meclis’te (Duma) ezici bir çoğunluk kazandı.

Ukrayna liderlerinin işine ise Rusya’nın saldırısının ardından mağduru oynamak geliyordu. Böylece kitlelerin yaşadıkları sefaleti unutması umuluyor. Aynı zamanda onları koruyan ABD ve Avrupa’yı, Kiev’i desteklemeye mecbur kılmaya çalışıyorlar. Çünkü Ukrayna devleti, iktidardaki mafya tipi çıkar çevrelerinin yolsuzlukları ve kavgaları yüzünden büyük istikrarsızlık yaşıyor; devlet iflas eşiğinde olup paçavraya dönüştü.

Rusya ile Ukrayna arasındaki kavga, ABD’nin NATO’yu devreye sokmasıyla büyüyor. ABD’nin bundaki amacı, eski Baltık devletlerini ve Polonya’yı da alet ederek Rusya’nın eski SSCB topraklarındaki etkisini azaltmak.

Çatışmaların görünür şekilde arttığı bölgelerin dışında bulunan bir İsveç üniversitesine bağlı bilimsel kuruluşun, Conflit Data Program’ın belirttiği gibi “Soğuk Savaştan bu yana silahlı çatışmalar rekor seviyeye vardı; öyle ki 2014 yılı, İkinci Dünya Savaş’ından bu yana ikinci en çok ölüm saçan yıl oldu.”

Fransız hükümeti, Mali’de yaptığı askeri müdahaleden sonra zafer çığlıkları atmasına rağmen Sahel bölgesi barut fıçısına benzemeye devam ediyor.

Afrika Boynuzunda, eski adı Zaire olan Kongo’dan Sudan’a kadar uzanan bölgedeki ülkelerde farklı şiddet seviyelerinde silahlı çatışmalar sürüyor.

Yemen’de ise ön planda Suudi Arabistan’ın, arka planda ABD’nin olduğu bir iç savaş ülkeyi parçalamaya devam ediyor.

ABD ile Çin arasında, Güney Çin denizine hükmetmek amacıyla büyük askeri manevralar yapılıyor.

Afrika ülkelerinde devlet aygıtları çatırdamaya başladı, bazıları param parça oldu.

Birkaç yıldan beri Somali’de merkezi bir devlet yok, son yıllarda ona Libya da eklendi.

Eski Sudan, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölündü ve her iki devletin farklı bayrak ve etiketlerini korumalarına rağmen Güney’de oluşan yeni devlet, bir türlü istikrara kavuşamadı. Güney Sudan ile Kuzey arasında petrol yüzünden bir savaş devam ederken Kuzey’de iç savaş başladı.

Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti, şeklen tek bir ülke konumunda ama Batı Afrika’da jandarma görevini yapan Fransız emperyalizminin ordusunun müdahalesine rağmen bu durum fiiliyata geçemiyor.

Eski Zaire’ye yani Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne gelince, merkezi devlet ortaya çıkan silahlı çetelerle işbirliği yapmak zorunda. Ülkedeki kitleler, bu çeteler arasındaki çatışmaların bedelini, yüz binlerinin katledilmesiyle ödüyor. Öte yanda büyük maden ve telefon tröstleri için nadir bulunan değerli madenlerin işçilerin feci sömürüsüyle çıkartılması ve şirketlere taşınması hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyor.

Kapitalist ekonominin krizi ve emperyalist devletlerinin çözüm getirmekten aciz olmaları son tahlilde en zenginler dahil burjuva demokrasilerindeki krizin temelini oluşturuyor.

Milyarder bir palyaçonun, en büyük kapitalist devletin başına geçebilmesi burjuva demokrasisinin kokuşmuşluğunun geldiği seviyeyi göz önüne seriyor.

Avrupa’da bu durum neredeyse bütün ülkelerde aşırı sağın veya “popülist” diye adlandırılan hareketlerin feci tırmanışı şeklinde görülüyor.

Fransa, İspanya veya İtalya gibi ülkelerde şimdiye kadar parlamenter demokrasi sisteminin sembolü sırayla bir sol bir sağ iktidarın başa gelmesiydi. Ancak bu sistem eskisi gibi çalışmıyor.

Şimdiye kadar aşırı sağ ve gerici hareket, hiçbir ülkede iktidara talip şiddetli faşist grup şeklinde ortaya çıkmadıysa da şimdiki hali hem kısa hem de uzun sürede işçi sınıfının aleyhinde.

Bugünkü durum, işçi sınıfı hareketinin siyasi hayata ve genel olarak toplumsal yaşama bıraktığı izlerin yok olmasının bir belirtisi. Üstelik toplumun tüm alanlarında gerici önyargılar ağırlığını arttırıyor.

Aşırı sağ, şu ana kadar burjuva parlamenter alanında sınırlı kalsa da içlerindeki bazı grupların ve kişilerin amacı, işçi sınıfı hareketinden geriye kalan her şeyi yok etmek ve bu vesileyle demokratik burjuva parlamenter sisteme de son vermektir.

Toplumu etkisi altına alan krize tepki gösterip ileride harekete geçecek farklı çevrelerden kitleler sınıf mücadelesini büyütecek. Böyle bir gelişme taban tabana zıt iki olasılığı içeriyor; işçi sınıfının bugünkü toplumu dönüştürmek için mücadeleciliğini arttırması ya da yeni şekillere bürünen baskıcı-faşist rejimlerin ortaya çıkması.

Bugünkü krizden önce kapitalizmin yaşadığı en büyük kriz olan 1929 borsa çöküşü, Almanya’da Nazizmi iktidara getirdi, tüm Avrupa’da yarı faşist veya baskıcı rejimleri iktidara taşıdı, ardından İkinci Dünya Savaşı geldi.

Burjuvazi, özellikle Stalinizmin işbirliği sayesinde, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yeni bir devrimci işçi sınıfı dalgasının oluşmasını engelleyebildi.

Birinci Dünya Savaşının ardından, burjuvazinin beyin takımı “artık mümkün değil” diyordu. Avrupa’daki burjuvaziye bu açıdan, yenilen Almanya ile zafer kazanan emperyalist güçler arasında barışın sağlanıp “Avrupa’nın inşa edilmesini” bir güvence olarak gösterildi.

Ancak bugün şunu açıkça görebiliyoruz; karikatüre benzeyen Avrupa’nın birleşmesi yani Avrupa Birliği, daha çok, birkaç yıl süren göreceli ekonomik canlanmanın sonucuydu. En azından 2007-2008 mali krizinin ardından bu yapmacık birlik bile çatırdamaya başladı.

Avro krizi ile başlayıp Brexit’e varan süreç, Avrupa’daki emperyalist güçlerin Yunanistan’a karşı tavrı, farklı ulusal kapitalist çevrelerin ulusal çıkarlarının etkisi, Avrupa Birliği’ni çatırdıyor.

Avrupa burjuvazisinin bir kısmının, Brexit’ten nasıl etkileneceği ve buradan nasıl bir çıkış yolu bulacağına ilişkin spekülasyon yapmak gereksiz. Eğer İngiltere büyük burjuvazisi için ciddi bir gereklilik oluşursa, siyasetçiler veya hukukçular bir yolunu bulup referandum sonuçlarını deler. Sorun yaşanmazsa Avrupa Birliği ile İngiliz hükümeti, her iki tarafın burjuvazisinin temel çıkarlarını koruyacak bir anlaşmaya varacaklar.

Bu arada Brexit; Londra, onun yerini almak isteyen Frankfurt ve Paris borsaları arasındaki rekabeti arttırdı.

Bazı Troçkist gruplar dahil bazı akımlar Brexit’in işçi sınıfının çıkarları için çok yararlı olduğu saçmalığını anlatıyor.

Dağıtacak veya birkaç parçaya bölecek olan Avrupa Birliği’nin yaşadığı bu maceralar bize açıkça şunu gösteriyor: Avrupa’nın birleşmesi burjuvazisinin can alıcı ihtiyacı olmasına rağmen, Avrupa bunu başarabilmekten aciz.

Daha vahimi, Avrupa burjuvalarının ulusal çıkarlar nedeniyle merkezkaç hareketleri Avrupa’yı sadece geriye götürmekle kalmıyor, daha fecisine sebep olabilirler. Örneğin Katalunya’dan İskoçya’ya, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki ulusalcı hareketler Avrupa’yı parçalayabilir.

Kapitalist toplumun göçmenlere karşı iğrenç tutumlarına yeniden değinmeye gerek yok.

Göçlerin temel sorumlusu ülkeleri talan eden emperyalist devletler. Üstelik göçleri tetikleyen savaşları da kışkırtan yine büyük güçlerin çıkarları için yaptığı manevralar. Tüm bunlar iğrençliği arttırıyor.

Göç, tek başına hiç sorun değil çünkü tüm insanlık tarihinde var. İnsan türünün ortaya çıkmasının başından itibaren günümüze kadar insanlık sürekli göçler ve toplumların iç içe geçmesiyle yaşadı.

Göçü soruna dönüştürmek çok anlamlı çünkü artık burjuvazi ve kapitalist düzen toplumun en gerici olguları haline geldi.

Göçmenleri, ülkelerine kabul etmede Avrupa içinde yaşanan kavgaların, Avrupa’nın birliğini tehdit eder seviyesine çıkması çok anlamlı.

Doğu Avrupa ülkelerinin, gerek göçmenleri kabul etmede gerek başka konularda en gerici tavrı takınmada ilk sıralarda yer almaları rastlantı değil.

Örneğin Balkanlardan gelen göçmenlerin geçişini engellemek için ilk tel örgülerle duvarların oluşturulduğu ülkenin Macaristan olması rastlantı değil. Bu ülke, Avrupa ile o zamanki deyimle Sovyet kökenli ülkelere karşı iğrenç tel örgüleri oluşturan ülke!

Polonya örneğinde şunu görüyoruz: Polonya hükümeti, Doğu bloğunun çöküşünden sonra kadınların sınırlı haklarını bile örneğin bedenlerine sahip olma hakkı olan kürtaj hakkını yasakladı. Hükümet, kadınların ve kitlelerin tepkisi sonucu biraz geri adım atmak zorunda kaldı.

“Visegrad grubu” diye bilenen Polonya, Macaristan, Slovak ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler, Avrupa’nın siyasi arenasında birçok alanda en gerici görüşleri savunmakla dikkat çekiyor.

Orta Avrupa ülkelerindeki zavallı burjuvazi ve emrindeki siyasetçiler, Batılı büyük sermayeye olan bağımlılığını örtbas etmek için “Hıristiyanlığın ve değerlerinin” en büyük savunucuları kesilip milliyetçili gerekçelerle, çoğu zaman milliyetlerin iç içe geçtiği bölgede sınır çizmeye çalışıyorlar.

Şunu hatırlamalı; iki büyük dünya savaşının arasındaki büyük kriz, Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimlerin baskıcı iktidarlara doğru evrimi, aynı zamanda kendini daha zengin ve uygar gören Batılı Avrupa ülkelerinin gideceği yolun habercisi olmuştu!

Marksizmin güncelliği

Troçki 1939’da, “Marksizm ve Çağımız” yazısında şuna vurgu yapıyordu: “Teknik alandaki dahilerin son zaferlerine rağmen, üretim araçlarındaki ilerleme durdu. Bunun en çarpıcı belirtisi, ekonominin temel dallarındaki yatırımların durması sonucu dünyadaki inşaat sanayisinde görülen durgunluktur. Artık kapitalistler, kendi düzenlerinin geleceğine bile inanmıyor.”

Burjuvazi, bir yandan faşizme veya New Deal siyasetlerine bulaşmışken ve insanlığı yeni bir savaşa sürüklemeye hazırlanırken, Troçki şu sonuca varıyordu: “Kısmı reformlar ve yapbozlar hiçbir işe yaramayacak. Tarihi gelişme öyle bir belirleyici aşamaya geldi ki artık gerici engelleri aşarak yeni bir düzenin temellerini atmak sadece kitlelerin doğrudan müdahalesiyle mümkün. Planlı bir ekonominin temellerini atabilmenin ilk şartı ise üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Yani insan ilişkilerine önce ulusal seviyede sonra da uluslararası seviyede mantıklı müdahale olmalı.”

Bu satırlar yazıldıktan birkaç ay sonra yeryüzü İkinci Dünya Savaşı felaketine sürüklendi. Savaşın hemen ardından proletarya devriminden kurtulan kapitalist düzen, birkaç yıl boyuca ekonomik büyüme yaşadığı için Troçki’nin öngörülerinin doğru olmadığı izlenimi oluştu.

Ancak bugün görüyoruz; öngörünün sadece tarihi değişti, kapitalizm insanlığı yeniden uçuruma sürüklüyor.

Oysa insanlık, bugüne kadar hiç görülmemiş şekilde toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için muazzam olanaklara sahip. İnsanlığın çıkarları insanlar birbirine zıt, farklı sınıflara bölünmüş olmasından dolayı toplumun kolektif yaşamına hakim olamıyor.

İnsanlık hiç görülmemiş seviyede gökyüzünü, gezegenleri keşfetme olanağına sahip ama diğer yanda ülkeler arasında, ulusların arasında, milliyetler arasında, hatta köyler arasındaki savaşlarla kendi kendini yok ediyor.

Kapitalist küreselleşme, insanlığın kaderini hiç görülmemiş şekilde birbirlerine bağımlı kıldı. Ancak insanlık görülmemiş seviyede bölünmüş durumda.

İnsanlık, farklı önyargılardan, toplumun farklı sınıflara bölünmesinden, uygulanan baskıların yüzyıllarca sürmesinden kurtulabilmek için şimdiye kadar sahip olmadığı olanaklara sahip. Diğer yandan dinler ve batıl inançlar, toplumsal hayatta hiç olmadığı kadar çok etkili.

Gençliğin, cani İslamcı teröre ilgi göstermesi, kapitalist toplumun kokuşmuşluğunun mide bulandırıcı bir ifadesi değil mi?

Özcesi, tüm insanlığın dünya ölçeğinde kardeşçe birleşebilmesi için dünyada şimdiye kadar görülmemiş seviyede maddi ve teknik olanak var ancak bunun gerçekleşmesi, hiç bir zaman bu kadar uzak görülmemişti.

Marksizmin, işçi sınıfı hareketine yaptığı büyük katkı, kapitalizmin teşhiri ve insanlığa bir katkı yapmadığını göstermesiyle sınırlı değil. En büyük katkısı, zincirlerin kırılmasına olanak sağlayacakları vermesi: “Filozoflar bugüne kadar dünyayı farklı şekillerde yorumlamakla yetindi, gerekli olan dünyayı değiştirmektir”, Marks bunu 1845’te söylemişti.

Marksizm, proletaryayı acı çeken modern bir sınıf olarak görmekle sınırlı kalmadı. Onun kapitalizmi ortadan kaldıracak bir sınıf olduğunu gördü.

Marks, Engels ve onların kuşağı, kapitalizmin sonunun çok daha kısa sürede geleceğini düşünüyorlardı. Onlar, devrimcilerin iyimserliğine sahipti.

Genelde tarih ve özel olarak da işçi hareketi tarihi, ileriye doğru çok büyük hamleler yaptı ama büyük feci geri dönüşler de yaşandığı için kapitalizm, Marks, Engels ve yoldaşlarının ümit ettiklerinden çok daha uzun süre yaşadı.

Hatta bir yüzyıl sonra Troçki’nin, kapitalizmin artık üretim araçlarını geliştirmekten aciz olduğunu görüp de ümit ettiğinden daha fazla yaşadı.

İnsanlık, Marks’tan bu yana sayısız ekonomik krizler, sayısız baskılar, sayısız baskıcı rejimler, sayısız yerel savaşlar ve iki tane dünya savaşı yaşadı.

Tarih bu güne kadar, Marks’ın tahlillerini, daha çok olumsuzlukları yaşayarak teyit etti. Marks, insanlığın kaderini değiştirebilecek tek sınıfın hangisi olduğunu gördü. Marks bir dahi olmasına rağmen, bu bir kurgu işi değil; toplumsal bir gerçeklilik. Robotlar, işçi sınıfının yerini almadı. Bilim ve teknolojinin artan olanaklarına rağmen toplum yine insanlardan oluşuyor.

Proletarya, yani sömürülen sınıf, Marks’ın dönemine göre hatta Lenin ve Rus Devrimine göre daha çeşitli. Burjuvazi, işçi sınıfı içindeki farklılıkları kullanmasını öğrendi. Örneğin farklı kesimlerdeki emekçileri, birbirlerine karşı kullanmasını, sınıf bilincine karşı mücadele etmesini, gerek ulusal gerek ulusla arası seviyelerdeki örgütlere karşı mücadele etmeyi. Ancak işçi sınıfı, eskiye göre sayıca çok arttı, yeryüzünün her yerinde var.

Artık burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesi, eski dönemlere, toplumda proletaryanın iktidara ilk aday olduğu dönemlere göre, çok daha büyük ölçeklerde oluyor.

Çin’den ta Bangladeş’e kadar, bir sürü ülkede işçi sınıfı çok yoksul, sınıf mücadeleleri kitlesel, Avrupa’da işçi sınıfının ilk ortaya çıktığı dönemlerdeki gibi çok şiddetli.

Ancak sınıf mücadelesi, aynı zamanda büyük sanayileşmiş ülkelerde, en azından emekçilerin her gün iş yerlerinde sömürünün artmasına karşı, patronların sayısız keyfi davranışlarına karşı gösterdikleri tepki şeklinde var.

Sınıf mücadelesi fikri, Marks’ın veya Lenin’in döneminde olduğu gibi bereketli bir zeminde yeniden yeşerebilir, çünkü emekçilerin her gün yaşadığı bir gerçeği ifade ediyor. Sorun, emekçilerin kuşaklar boyu mücadeleleriyle biriktirdikleri kocaman siyasi devrimci Marksist birikimi aktarabilmek!

Bu görev, devrimci komünist örgütlere düşüyor, onların var olma nedeni, işçi sınıfının her önemli mücadelesine bu birikimi aktarmak.

İşte bugünkü temel sorun budur. Troçki bunu, Geçiş Programında şöyle ifade ediyordu: “Dünyadaki siyasi durumun genel karakteri, her şeyden önce, proletaryanın önderliğinin tarihi krizidir.”

Marks’tan Troçki’ye, Lenin’den Rosa Luxemburg ve diğerlerine kadar devrimci komünist kuşakları birleştiren, insanlık kapitalizmin zincirlerini kırdıktan sonra ileriye doğru yoluna devam etmesidir. Bu temel dönüşümü yapabilecek tek toplumsal güç; işçi sınıfıdır.

Bugünkü toplumu ve onu ileriye doğru taşıyacak etkilerin bilimsel bir şekilde algılanması, hem geçmişte hem de bugün ancak Marksizmle mümkün. Toplumu gerçekten anlayabilmek ve onu dönüştürebilmek, sadece Marksizmle olanaklı. Günümüzde tek insani görüş odur.

Bizim devrimci kuşağın görevlerini geçen Marttaki kongre metinlerinde şu cümlelerle özetlemiştik: “Devrimci komünist geleneklere, geçmiş mücadele ve deneyimlere sahip çıkmak önümüzdeki nesillerin görevidir. Her yerdeki sorun, yeniden devrimci komünist partiler inşa etmek, yani yeni bir devrimci enternasyonalin inşası da bu çerçevededir.”

“Devrimci komünist fikirlerin hangi aşamalardan geçerek yeniden işçi sınıfına ulaşacağını kimse önceden tespit edemez. Bu fikirler, Marks’ın, sonra da Lenin ve Troçki’nin yaşadığı dönemlerde işçi sınıfına sesleniyordu. Bugün de kapitalizmi yıkabilecek olan bu fikirlerin, bunu gerçekleştirmesi, toplumsal bir güce dönüşmesine bağlı.”

Troçki’nin Geçiş Programı’nda belirttiği gereklilikler hala geçerli. Bizim görevlerimiz de bundan kaynaklanıyor. (01.11.2016)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Yeni broşürler var, ilgini çekebilir   ?